ERDAL
GÜNEY
“SANAT; KENDİNİ AKADEMİK, KURAMSAL OLARAK ÜRETMEK ZORUNDA”
'' Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir ve daha çok kendimi orada ifade edebilirim. ''
Biliyorum ... Ne yazsam ne
söylesem içimde bir yerler yine de hep biraz eksik kalacak. Onun
Anamurlu olmasının getirdiği Akdeniz ruhunu halk müziği
eserlerinde ebedileştirmesinden tutun da dizi, film ve belgeseller
için bestelediği müziklere kadar.
Toplumla olan bütün bu duygu
alışverişlerinin yanında ona hiçbir zaman sırtını
dönmeyişini, toplumun temel sorunlarını kendine dert edişini
öğretici yönünden de çok açık gözlemleyebiliyordunuz aslına
bakılırsa. Yurt dışında verdiği müzik eğitimlerinin yanı
sıra Türkiye'deki film tasarımı bölümü öğretim görevlisi
kimliğiydi öğretici yönü tamlamamın altında yatan mana.
Benim de üniversitede öğrencisi
olabildiğim ve işine saygı duyup layıkıyla yapabildiğini
gördüğüm nadide insanlardan. Derslerinde anlattığı bilgileri
öğrenme çabanızdan çok çok öte bir duygu da kendinizi üyesi
olduğunuz o sınıfta gerçekten bir birey gibi hissedebilmeniz,
kendinize olan saygınızın yanında topluma faydalı gençler
olabileceğiniz duygusunu içinizde duyabilmeniz.
Sadece geçerken hızlıymış
zaman dediğiniz... Henüz küçük bir kız çocuğuyken
besteleriyle büyüyüp kocaman olduğunuz güzel bir yüreğin henüz
adını dahi bilmezken, yüzünü fotoğraf karesinde dahi
görmemişken melodileriyle gönlünüzde yer etmesi gibi; sonra bir
gün hayatınızın bir kesitinde ona, içinizdeki en masumane
öğrenmeye, yaşamı keşfetmeye meraklı haylaz bir çocuğun
sesinden öğretmenim diyebilmeniz gibi.
Yönetmenler,
kurgu denen bir sinemayı var eden unsuru oluşturduktan sonra
bitmeyen bir kurgu sürecine giriyorlar ve her defasında bu; filmin
metronomuyla, zamansallığıyla, hikaye anlatma biçimiyle, akışıyla
ilgili yeniden bir düzenleme demek oluyor. Zaman sıkışıklığının
bizdeki tezahürü bu oluyor.
“Birçok
yönetmenin
sinemasal
sorunu,
müzikle
olan
gerçeklikle
de açıklanabilir.
Müzik,
sinemasal
gerçekliği
kırar,
diye
düşünülebilir.”
Anamur'dan
dünyaya açılan bir yolculuğun içerisindesiniz. Müzikle çok
küçük yaşlarda tanışmışken, neden iktisat fakültesini tercih
ettiniz?
Müzik bende,
aile ve çevre gibi daha geleneksel bir yere oturuyordu. Müziğin
hayatımı idam ettirebileceğim bir alan olmasını öngörebilmem
mümkün değildi. Üniversiteye hazırlık sürecimde de iktisat,
hukuk ve siyasal benim ilgi alanlarımdı. Bizim dönemimizde,
üniversite tercihleri biraz muamma bir durumdu. Yani herhangi bir
hukuk, siyasal ya da iktisat fakültesi olabilecekken sıralamaya
hangisi geldiyse onu okumak zorunda kaldım; ama isteyerek okuduğum
bir alandı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi.
Güney
Türküleri, Yakımlar,
Aşkiya, Bir Kıyıdan
gibi solo albümlerinizin yanında
Köprüler ve Perihel gibi enstrümantal albümleriniz de
var. Böyle bir sürecin içerisindeyken,
dizi ve film müziği yapmaya
nasıl karar
verdiniz?
Türkiye'de
bir sürü şey, sizin planladığınız
zeminde yürümüyor. Ben daha çok yurt dışında
yaşarken albümlere yoğunlaştım.
Halk müziği ve bağlama
dersleri vermek üzere yurt dışında
bulunmuştum; Berlin'de, bir dönem de
Fransa'da. Türkiye'ye daha da yoğunlaşmaya
karar verdikten sonra çevresel etkenlerle, arkadaşların
önerileriyle beraber bazı dizi ve filmlerin müziklerini yapmaya
başladım.Doğal
olarak o yönden üretim biraz belirmeye başladı.
Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha
şiirseldir ve daha çok kendimi orada
ifade edebilirim. Bu, işte böylesi bir davetle
başlayan bir serüven; sinema filmlerine,
belgesel müziklerine ve beraberinde de enstrümantal çalışmalara
biraz daha cesaretli yoğunlaşmamı
sağlayan etmenler.
Sizce bir müziğin
filmdeki yeri ne olmalıdır
ve müzik, bir filmde ne ölçüde kullanılmalıdır?
Duyulmayan
ses olması daha arzulanır müzik için ya da müziğin
daha az kullanılması; fakat filmin türü, neyi anlatmak istediği
ve yönetmenin kendini nasıl tarif edeceğiyle
beraber, müzik bir kullanım özelliğiyle
o filmin içinde yer alabilir. Çok genel doğrular
ve sınırlılıklar çizilmesi, kendine ait dinamiği
ve estetiği olan bir sanat dalının yani
müziğin, bir başka
sanat dalıyla kurmuş olduğu
ilişkide, çok daraltılması anlamına
gelir; fakat sorun şu ki, müziği
bir başka sanat dalıyla
ilişkilendirdiğinizde;
saf bir müzik olma özelliğinden
uzaklaşıyor. Yani görüntünün,
dramaturji’nin,
karakterin, olayın ve daha birçok sinemasal parametrenin kendini
tarif etmesi üzerine müziği kullanmak
mümkün. O yüzden, çok fazla net yanıt verilmesinden imtina etmek
gerekir; fakat bir sinema filminde yapılan hatalarda, çekim
sorunlarında; atmosfer etkilerinde, oyunculuğun
açığa çıkmasında sorun varsa eğer
genellikle oralarda müzikten yararlanmaya çalışan
yönetmenler var. Çok kötü örnekler üzerine doğru
bir estetik algı, akım ya da boyut oluşturmak
çok fazla mantıklı değil. Sinema,
sanatsal dinamizmi açısından biraz böyle bir sanat dalı. Yani
bundan elli yıl önce yapılan bir film ve anlatım dili, bugün
bambaşka bir yere tekabül ediyor ve
gelecekte yapılacak sinema filmlerinin anlatım dillerinde de yeni,
sürpriz, heyecan verici başka buluşlar
ve yaklaşımlar da mümkün olabilir;
fakat bir sinema filmi, bence müziğe
neden ihtiyaç duyduğuna ancak o filmin
kendi içinden yanıt üreterek müzikle faydalı bir ilişki
kurabilir. Birçok yönetmenin sinemasal sorunu, müzikle olan
gerçeklikle de açıklanabilir. Müzik, sinemasal gerçekliği
kırar, diye de düşünülebilir.
Daha popüler kaygılarla, eğlence
kaygılarıyla yapılan filmlerde; müziği
günlük hayattaki tüketim ve eğlence ihtiyacıyla
ilişkilendirdiğinizde,
müzikten bağımsız konuşmak
çok fazla mümkün değil. Çok yoğun kullanılıyor; fakat yönetmen sinemasında müzik; çok daha
doğrusal,
çok daha faydalı,
filmin atmosferini bozabilecek etkilerden uzak, fayda sağlayabilecek
bir yerde kullanıldığında
çok başarılı
sonuçlar
alınabiliyor.
Dramaturji: Dramatik bir yapıtı oluşturacak olan ana ögeleri bulma ve bunları düzenleme tekniği.
Sinemasal
döngüde, 'iyi müzik' ve 'kötü müzik' denen bir algı
var mı sizce ?
İyi müzik
ya da kötü müzik yok bence; müziğin
doğru kullanılması, nerede başlayıp
nerede bittiği, neyi ifade edeceği
çok önemli. O anlamıyla müziğin sadece
işitsel bir düzeyde değerlendirilmesi başka bir durum, bunu
reddetmek mümkün değil. Bir filmde etkileyici bir müzik
dinlenilmesi filmi yorumlamak açısından etken;
fakat bu aşamadan daha önceki aşamada; müziğin nerede, nasıl ve
neden kullanıldığına yanıt bulmak, sinema açısından müzik
kullanımı üzerine konuşursak daha önemli.
Peki siz bir film çekmek
isteseydiniz, filminizde müziği
nasıl kullanırdınız?
Buna yanıt
vermek gerçekten çok zor. Benim yazdığım senaryolar var ve
bunlar, bir olanağını bulursam çekmeyi arzuladığım senaryolar;
fakat müziği konusunda hiçbir şey düşünmedim; ama eğer
düşünecek olursam, yazdığım senaryo ve film dilinden yola
çıkarak kendimi ifade etmeye çalışırsam, bir Akdeniz melodramı
daha çok benim iç dünyamda. Filmin içinde kaynak olarak, diegetik
olarak
görebileceğimiz müzikleri tercih ederdim; fakat genel atmosferi
tarif etmesi konusunda müzikle ilişkiyi kurardım çünkü Akdeniz,
müzikle çok ilgili bir coğrafya. Onun dışında, filmin içinde
oluşturabileceğim leitmotiv
unsurları desteklemek üzere, mümkün olduğu kadar müziğin
leitmotiv özelliğinden faydalanmayı isterdim.
Diegetik: Çekimin
yapıldığı yerden kaynaklanan müzik türüdür. Pikap veya
radyonun sesi, rüzgârın uğultusu, telefonun çalması buna
örnektir.Kaynak müzik de denir.
Leitmotiv: Yapıt
boyunca yinelenen düşüncenin, durumun ya da duygunun ayırt
edilmesine yarayan bir müzik terimidir.
Wagner operaları ve Tarkovsky sinemasındaki leitmotiv unsurlar bu
türe
örnektir.
Müzisyen
bir terzi değildir;
Film,
bir çıplak beden değildir.
Yönetmenle
film müziği bestecisi
arasındaki diyalog sizce
nasıl
olmalıdır,
yönetmenle aranızda bir
anlaşmazlık
olsa bunu nasıl çözersiniz?
Orada, Türkiye
üzerinden konuşmak
çok sancılı. Yani yönetmenleri de kategorik bir yere sıkıştırmak
çok doğru
değil
aslında; fakat benim çalıştığım
birçok yönetmenle aramda çok enterasan, sinemanın ötesinde
dertlerle ilgili “çatışmalar”
yaşanır.
Bunun bir tarafı, işin
yapılabilme durumuyla ilgili. Çünkü yönetmenler, kurgu denen bir
sinemayı var eden unsuru oluşturduktan
sonra bitmek bilmeyen bir kurgu sürecine giriyorlar ve her defasında
bu; filmin metronomuyla, zamansallığıyla,
hikâye anlatma biçimiyle, akışıyla
ilgili yeni bir düzenleme demek olabiliyor. Kurgu değişiklikleriyle
birlikte müziği
de tekrar tekrar değiştirmek,
kesip biçmek, benim için ciddi bir problem. Bu anlamıyla zaman
sıkışıklığının
bizdeki tezahürü bu oluyor. Yönetmene hizmet etmek zorunda
olduğumuz
için buna itiraz edemiyoruz. Bu, bizim üretimimizi ciddi anlamda
bloke eden bir şey.
Diğeri;
yönetmenlerin film boyunca üretmiş
oldukları mizanseni, hikâyeyi ve atmosferi müzikle beraber
gördüklerinde tatmin olmayan iç sesleri ve müzisyenden bu iç
sesi açığa
çıkarmasını bekliyorlar. Bu bir sihirbazlık hali ve müzisyenin
işi
sihirbazlık değil.
Yönetmen, filminin çekim aşamasından
itibaren müziği
nerede, nasıl kullanabileceğini
eğer
yapısal ve işlevsel
yönleriyle açığa
çıkartabilirse; iş,
müziğin
nerede başlayıp
nerede biteceği
konusuna varıncaya kadar önceden netletmiş
olabilir. Tabii ki müzik daha çok post
prodüksiyon
aşamasının
bir işi.
Tabii ki biz, senaryo ve çekim aşamasından
filmin içine dahil olabilmek için yoğunlaşırız;
fakat sonuç olarak kurguyla, bitmiş
nihai kurguyla beraber çalışılması
gerekli olan bir alandan bahsediyoruz. Onun dışında,
yönetmenlerin müzikle ilgili çok kült, çok yüksek örneklerle
beraber beklentilere girmesi…
Ne
demek istiyorum? Yönetmenin bildiği
sekiz-on tane film vardır, yirmi tane yönetmen vardır, işte
on tane müzisyen vardır ve oradan bir şeyleri
çağrıştırmaya
çalışır.
Mesela referans örnekler verirler bize.
İşte
o filmdeki gibi,
şu
müzik türündeki gibi. Bu tür şeyler
çok yıpratıcı çünkü ben hiçbir yönetmene sen hangi mizanseni
nasıl çekeceksin, ne kullanacaksın, diye sorma haddini bulamıyorum
kendimde; fakat akademik bir yerden de yaklaştığın
zaman senin nasıl çekeceğin,
nasıl ölçekler
ve
planlar kullanacağın;
mekanları nasıl tarif edeceğin,
dilinin ne olacağı
konusu, benim müzik
yapmamı etkileyebilecek unsurlar.
.
Müzisyen bir
terzi değildir.
Film, bir çıplak
beden değildir ve müziğin,
bunu giydirmek üzere bir fonksiyonu yoktur.Biz genellikle
Türkiye'de, sinemada ve müzikte yoğun
olmak üzere filmin kendi oluşturmuş
olduğu
sorunları gidermek üzere yaptığımız
sanatsal işlerle
var oluyoruz. Bu, sanatsal bir üretim olmaktan öte bir
şeyi
tarif ediyor ve bunun yaratmış
olduğu
sorunları telafi
etmek üzere bir çalışma
yapıyoruz.Bu da, akademik anlamda bir derinleşmeyi
sağlamıyor. Sanat, kendini akademik bir kuramsal olarak da üretmek
zorunda. Türkiye'deki sinemanın yıllardır ve yıllardır
çözemediği
temel sorun bu.
Bunun yapılma
işiyle ilgili bir sorun var, yaşadığımız
toplumun kültür politiğiyle ilgili bir
sorun var, iktidarların sizinle ve sanatla kurduğu
bir ilişki var. Kültür Bakanlığı
denen bir şey var mesela bu ülkede, bizim
vergilerimizde ifade edilmesi gereken, kültürel ve sanatsal
çalışmaları desteklemesi gereken bir
alan var. Tüm bunlarla beraber büyük bir muammadan bahsediyoruz
aslında.
Diğer
yönüyle beni en çok rahatsız eden, yönetmenlerin sürekli zekâ
pırıltısı peşinde koşup
basit, sade yapılması gerekeni karmaşık
hale getirmeleri; fakat yönetmenin kendini parlak ve çok ayrıksı,
yani ayrı bir yere oturtuyor olması, benim için çok anlaşılır
bir şey değil.
Türkiye'deki yönetmenlerin büyük bir çoğunluğu
böyle, bu bizim kültürümüzün de katmış
olduğu bir hâl herhâlde. Böyle her şeyi
anlayan, çok zeki, her şeyi çözen, her
şeyle ilgili olan bir tipoloji
yaratıyorlar. Öyle değiller aslında,
hiçbirimiz öyle değiliz; ciddi bir emek
organizasyonu, ciddi bir sanatsal edim formasyonu olmadığı
sürece. İşte öğrencilerimiz
de setlere gidiyor ve oralarda bir sürü bağırış
çağırış...
Saatlerce
çalışıp paralarını bile alamayan,
emeklerinin karşılılığını
alamayan insanlar oluyor. Öbür taraftan da benim uzun süre
çalıştığım
iki tane film vardı bağımsız sinemaya
destekçi olalım diye ve hiçbir maddi gerekçe görmeden, talep
etmeden. Yönetmenleri mutlu edemeyip daha sonra onların kafalarında
değişen bazı
şeylerle beraber sizin o aylar süren
çalışmanızı bir anda yok etmeleri
hadsizliğini de yaşadık.
Bu da insani anlamda bir travma oluşturuyor.
Ben çok yetenekli olduğumu düşünmüyorum;
fakat bununla ilgili bir formasyon edinmişsem,
buna ait müzik üretme şansım olabilir.
Bu, müziğin kendine ait ruhuna, dokusuna
uygun düşmeyebilir, bu bir talihsizlik
olabilir. İyi ya da kötü olmasının
ötesinde bir şey bu. Sanatsal üretimlerde
böyle denk gelmeyen, uygun olmayan anlar yaşanabilir;
fakat bundan sonra da bir hayat devam ediyor.
Sanat;
ahlaki, etik, insan sevgisi, doğa sevgisi
diye tarif edilir; ama enteresan bir şekilde
bunun üretim aşamasındaki kargaşa,
çoğu yönetmenle kurulan çatışmanın
ana dinamiğini oluşturan
bir durum. Onun dışında çok başarılı
örneklerde var tabii yani. Kafasını, mantığını,
ne yapacağını bilerek ona göre kullanan
yönetmenler; zaten o süreç içerisinde açığa
çıkıyor. Örneğin, siz yağmur
damlasını müzikal bir ses olarak film boyunca kullanmak istiyorum,
derseniz ve filminizde bu açığa çıkarsa,
o gerçekten doğru bir yaklaşımdır
ve doğru yapılmış bir
iştir, olabilir; fakat ne yapacağınızı
bilmediğinizde; işte
oraya nasıl müzik çalışalım, oraya
böyle mi yapalım, bu daha mı etkileyici olacak, seyirciye mi
çalışalım, filmin içine mi çalışalım
ayrımlamalarıyla beraber, birçok kötü örnekle de karşılaşmak
mümkün.
Post Prodüksiyon: Yapıtın,
yapım süreci ile izleyiciye sunuluş süreci arasındaki kurgu,
seslendirme, birleştirme, basım ve çoğaltım gibi süreçlerini
kapsayan bir terimdir.
Bugün
yaşadığımız
çağın
dilinde sanatın fonksiyonları, biraz daha toplum ve sanat
ikileminin dışına
çıkmaya başladı.
Yaşadığınız bütün
bu talihsizlikleri, toplumsal bilinç sorunsalına bağlayabilir
miyiz? Popüler kültürün rolü, sizce bu bağlamda
nedir?
Toplumsal
bilinç, topluma ait bir sorun değildir
tek başına. Biz örgütlü bir hayatın
içinde yaşıyoruz ve bunun temel kapısını
tutan da devlettir. Eğitim sorunu örneğin;
siz ilkokuldaki çocuklara müzik dersi
vermezseniz, konservatuarları daha yaygın açmazsanız, koro ve
tiyatroları kapatırsanız, insanların müzikle yaşamalarını
sadece popüler ve endüstriyel bir kültür alanına hapsederseniz;
doğal olarak sanat, biraz sanat hakkında
bilgi sahibi olan insanların konu olabileceği
bir şey olur. Entelektüel bir çabadır
bu. Bunu kutsamak açısından söylemiyorum; fakat sadece eğlenceye
dönük ve insanların günlük hayatı sorgulamalarına engel
olabilecek bir üretimde bulunuyor iseniz, doğal
olarak bu yapıyı da bu hale getirmişsiniz
demektir. O anlamıyla popüler kültür, politik bir şeydir
aslında. Popüler kültür eleştirisini,
değerlendirmesini bunun üzerinden yapmak
daha doğru. İnsanların
günlük hayattaki tüketimlerine sanatı bir araç olarak, metasal
bir değer olarak koymaya çalışan
ve buradan hayatını idam ettirip ''varsıllaşmaya''
çalışan birçok insan var.
Siz böyle
bir durumda bir müzisyen olarak toplumla ne tür bir iletişim
kurmayı tercih edersiniz?
Toplumla çok
ilişki kurma derdinde değilim.
Şundan dolayı; çünkü çok sevdiğim
yazarlar, romancılar, şairler,
sinemacılar, benimle ilişki kurmuyorlar.
O yüzden hayatla ilişki kurmayı
önemserim ve benim yaşadığım
hayata daha geniş bir çerçeveden, başka
bir bakış açısıyla bakabilmeyi,
biraz da kendime dönük rehabilitasyonumu sanat yoluyla yapabilmeyi
isterim. Bunu yapmayınca bir kıymeti yok zaten.
Bu noktada ben sanatımı
sanat için yapıyorum,
diyebilir misiniz?
Yok, hayır.
O da artık bu postmodern dünyada kavramsal olarak bir sürü şeyin
birbirine geçişgenliğine
neden olan bir dönem oluşturdu. Yani
sanatı, tabii ki sanatsal parametrelerle yaparsınız ve benim
derdim tabii ki iyi müzik yapmak. Doğru
makamlar, doğru sesler, doğru
orkestrasyon, doğru ifadeler oluşturmak,
sanat için yaparsınız bunu; fakat bununla beraber
yaşadığınız hayatın bütün katmanlarında,
bütün derinliklerinde nüfuz bulan, nefes alan varlıklarız biz.
Şimdi aşk
dediğiniz mevzu, iki kişinin
yaşadığı bir
ilişki değil.
Doğayla, hayvanla, toplumla, ülkemizle,
insanlıkla kurduğunuz bir sürü daha
katmanı tarif edebilir ve bunun çok fazla örneği
vardır tarihsel olarak. Bunu üreten, bunu çok daha estetize eden
unsurlar, kişiler, olaylar vardır. Ben bu
anlamıyla da yaşadığım
toplumla paylaşmak isterim bunu. O yüzden
toplumsal karşılığı
vardır; fakat toplumsallıkla protest ilişki arasında bir
fark var. O anlamıyla sanat, sanat için midir;
sanat, toplum için midir tartışması,
tarihsel olarak başka bir dönemde açığa
çıkan bir tartışmadır. Toplumsal
gerçekçi yaklaşım, bunun biraz daha
ateşini artırmıştır
deyim yerindeyse; fakat bugün yaşadığımız
çağın dilinde sanatın fonksiyonları,
biraz daha toplum ve sanat ikileminin dışına
çıkmaya başladı.
Sizin toplumsal açıdan
başarılı bulduğunuz filmler var mı, bu çok
iyi filmdir dediğiniz?
Benim enlerim
yok. Yani eminim birçok film var; fakat şu
film beni çok etkiledi demek, benim biraz da zamanımla,
tarihselliğimle ilgili bir önem kazanıyor. Örneğin;
Elem Klimov'un “Gel ve Gör” filmi, Sovyet savunması ve Nazi
subaylarıyla yaşanan savaş.
Oradaki bir sahne beni çok etkilemiştir.
Kaçarken Hitler’in bir fotoğrafı
vardır ve bizim karakterimiz kurşun sıkar
o çamura düşmüş çerçeveye ve bir anda çerçeve canlanır,
tarih geriye sayılmaya başlar. İşte
bir kurşun daha sıkar, Hitler’in çok
görkemli olduğu bir dönem; bir kurşun
daha sıkar, Hitler’in ilk dönemi; bir kurşun
daha sıkar, çocukluğuna gelir ve artık
silah sıkmayı bırakır. Yani bu benim için çok etkileyici bir
sahneydi. Andre Plus'ın filmleri tabii ki
benim için çok önemli, Yılmaz Güney'in filmleri benim için çok
önemli. Daha kimi söylesem dışarıda
kalacak diye ifade edemiyorum. Filmin ana metni, bana kattıklarıyla
çok ilgili. Yoksa bir sinemayı bir tabloya bakar gibi mükemmel bir
yorumla beğeni haznenize alabilmenizi ben
çok anlayabilmiş değilim yani ben de
eğer bunu yapıyor isem, genel olarak biz
böyle yapıyor isek. O anlamıyla, böyle bir yanıt vermeyi tercih
ederim.
Anamur,
Akdenizlik hali benim için
çok ayrı, masalsı bir şey.
Peki, siz kendi hayatınızda
nelerden beslenirsiniz?
Hayattan beslenmek deyimi, onu
nasıl yaşadığınızla ilgili. Yani nasıl yaşamaya çalışıyorum,
farkında olmaya çalışıyorum. Bu ülkedeki siyasi ve ekonomik
kararlarla, kültürel hayatla, insanların günlük hayattaki
tercihleriyle, popüler anlamda tükettikleriyle; fakat öbür
taraftan bu ülkenin çiçeğiyle, baharatıyla, mutfağıyla,
sporcusuyla, her şeyiyle ilişki kurmaya çalışıyorum. Felsefe,
sanat, politika, kültür, bunlar akademik anlamda da hayatı
çözümleme noktasında ilgilenmeye çalıştığım alanlar. Onun
dışında çevremle çok beslenen bir insanım; arkadaşlarımla,
dostlarımla ve Anamur Akdenizlik hali
benim için çok ayrı bir şey, böyle masalsı bir şey. Gerçekte
bu kadar karşılığı olan şeyler değil; ama ben orada o masalı
kurmaya devam edebiliyorum. Sanırım bunlarla ilgili ve emin ol,
bunların yanıt verebilecek kadar da farkında yaşamıyorum.
Sanıyorum farkına varma çabası ve farkında olmakla, farkında
olmadan yaşama arasında pararadoksmuş
gibi görünen bir bütünlük var. Onun ikisini beraber yaşamaya
çalışıyorum. Soru sorduğun için cevap verdim. Buna çok kendi
adıma cevap vermiş değilim aslında.
Dizi, film ve belgesel müziği
besteciliğinizin yanında
arkeolojik çalışmalarınız
da varmış.
Arkeoloji, tamamen bir şehir
efsanesi. Arkeolojiyle benim hiçbir ilgim yok. Bu
sosyal medya çıktıktan sonra, çok tehlikeli bir şekilde size
yapışan şeyler oluyor. Yıllar önce müzikolojiyle ilgili bir
alan çalışmasıydı. Benim yan alanım bu, akademik alanım değil;
ama memleketimdeki işte Anamur'daki Rumlar, çok farklı
kimliklerden Abdallar, Cingenler, beylikten gelenler, Yörükler, o
coğrafyada çok derli toplu yaşayan kimlikler mübadele döneminde
Yunanistan'a gittiler ve orada, bizim müzikal hayatımıza da nasıl
katkıları var, diye merak etmiştim. Tabii bu, başka bir şekilde
yansıdı, arkeoloji çalışmaları yapıyor
şeklinde ve her araştırmada bana arkeolojiyle aranız nasıl
deniyor. Arkeolojiyle hiçbir ilişkim yok tırnak içinde. (Gülüyor)
Before
The Rain filmindeki vurgu; gelecek, beni sürekli geçmişime doğru
göndermeye çalışıyor. Paradoksalmış gibi görünen çember
asla yuvarlak değildir
Zamanı
kendi haline bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü
ölümlerden bir şey hissedemezsiniz.
Yani bu noktada İbn'i
Haldun'un da dediği gibi, ''Coğrafya kaderdir,'' diyebilir miyiz?
Coğrafya, evet o, kaderdir. Ben
kaderci bir insan değilim; fakat orada anlatmaya çalıştığın,
mutlak kadercilikle ilgili bir şey değil muhakkak. O çok sıcak ve
doğru bulduğum bir şey. İnsanın gelişme aşamasından itibaren
sosyokültürel bütün unsurlar; bir çiçeğin ya da bir portakal
çiçeğinin kokusu beni her defasında çocukluğuma götürür.
Coğrafyamın yağmuru, buranın yağmuru gibi değildir; toprakla
bütünleştiği zaman ortaya yaydığı koku, beni çocukluğuma
götürür. O anlamıyla, ben o kokuyu var ederim. Doğal olarak bu
anlamda mutlaklaştırdığım, estetize ettiğim bana ait olan
sesler, tatlar, dokular, insanlar, dağlar, ağaçlar doğal olarak
benim vazgeçemeyeceğim bir şey olmaya başladığı için, dönüp
dolaşıp yine oraya gidiyorum ve bu haliyle, kendi kaderime dönük
bir yolculuğu yapmış oluyorum. Kadercilik, bir de sonucuna ilişkin
bir teslimiyet duygusu. Bu böyle olacak üzerinden mutlak
kaderciliğe itirazım var. Hayır, ben ileriye gideceğim değil,
geriye doğru döngüsel bir dönüş yapmak. Yani o paradoksalmış
gibi görünen çember asla yuvarlak değildir. Before
The Rain filmindeki vurgu; gelecek,
beni sürekli geçmişe doğru göndermeye çalışıyor.
''... Bak bulutlar geçiyor üstünden, kaldır başını,
Al
mendilim sende kalsın sil yaşını.
Memleket,
sevdana yürek gerek.''
Benim çok
fazla merak ettiğim, farklı zamanlarda sizin için farklı manalara
geldiğini dile getirdiğiniz, ''Zamanı kendi haline bırakırsanız
insanı en can alıcı yerinden yakalar, orası da belleğidir,''
sözünüzün, bugün sizin için ne ifade ettiği.
Aslında bu söz,
bana ait bir söz müdür, ondan pek emin değilim
ve sanıyorum bana ait de bir söz değil.
Ben bunu sıklıkla söyledim, çok önemsediğim
bir cümle. Bir yazara ya da şaire ait.
Ben onu bir makalede ya da öne çıkarılmış
bir spot cümlede fark etmiş olmalıyım
bir kültür dergisinde; fakat onun kim olduğunu
hâlâ bulamadım; ama bir insan böyle bir cümle kurmuşsa
ona aitliğinin hakkını vermek ve saygı
duymak gerekir. Bunu maalesef yapamadığım
için kendimi çok üzüntülü hissediyorum; fakat cümle çok büyük
bir cümle, zaman ve bellek ilişkisi
üzerine nefis bir şey ve bunun
Türkiye'deki tezahürü çok önemli. Çünkü bizde Onarlı
yıllarda değişen
kültürel ve endüstriyel bir tüketim kimliği,
bizim hayatlarımızla kurmuş olduğumuz
ilişkiyi, problemli hale getiriyor. O
yüzden, zamanı tutmak lazım. On yıl önce kim vardı, elli yıl
önce kim müzik yaptı, yüz yıl önce kim bir şiir
yazdı, kim hayata dahil oldu ve biz nerelerden geliyoruz, noktasını
tutmamız lazım.
Bu, belleği
taze tutmayla ilgili bir şey.Çünkü on
yıl önce yapılan çok kötü uygulamalar, bugün bizim hayatımızın
kaderi haline geliyor. Şimdi oralara vurgu
yapmak lazım ve modern toplumlarda insanların zamanının çok
pervasızca, bellekleriyle ve yaşadıkları
hayatla ilişkilerini kurma noktasında
bağlarının kopartılarak yürütülmesi,
çok ideolojik bir yaklaşım benim açımdan
çünkü ideolojilerin son bulduğu
söylenen bir dönemi yaşıyoruz.
Postmodernizm de bunu üzerine doğru gelen
bir süreç aslında. Bu anlamıyla zamansızlık, mekânsızlık ve
bir sürü -sızlığı aslında anlamlılık içinde tarif etmeye
çalışan bir yaklaşım gibi geliyor ve beni asıl ilgilendiren,
toplumsal ve politik karşıtlığının ne olduğu.
Hiçbir şey
rastlantı değil. Bu trafik sorunu, İstanbul'da rastlantı değil.
Eğer on yıl önce zamanı kendi haline bırakmış, otuz yıl önce
zamanı kendi haline bırakmışsanız, belleğiniz bunun ne demek
olduğunu ifade edemez.O zaman da trafikteki araçlara, trafikteki
şoförlere kızarsınız. Hâlbuki toplu taşıma denen sorunun
çözülmesi politik olarak ve kent yaşamı için önemliyken, siz
bunu Soğuk Savaş döneminin diliyle komünizm propagandası olarak
algılarsanız ve yurt dışından gelen petrol satışıyla da
beraber araçları çok fazla artırırsanız,
satışını finansal anlamda desteklerseniz
arabaların gideceği yer kalmaz.Bisiklet denen bir şeyi konuşamaz
haldeyiz, çocuk oyuncağına dönmüş bir halde bisiklet. Hâlbuki
bisiklet, bizim hayatımızda olması gereken; yürümek, bizim
hayatımızda olması gereken; fakat siz buranın zamanını boşa
bıraktığınızda, her semtte kurulmuş anlamsız spor
merkezlerinde anlamsız
makinelerin üzerinde yürüyen insan toplulukları görürsünüz.
Hâlbuki
bizim yürümemiz lazım, kaldırım yok yollarda.
Şimdi bu bağlantılar ve bu ilişkiler biraz zorlama gibi gelebilir
ilk etapta; ama hayır, ben tam da bundan
bahsetmeye çalışıyorum. Mesela on yedi yaşında öldürülen bir
çocuğun varlığını siz eğer unutursanız, zamanı kendi haline
bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü ölümlerden bir
şey hissedemezsiniz ve en kutsal unsur, yaşama hakkıdır. Doğadaki
bütün varlıklar için geçerli bu hak.
Yeliz
Şenyerli / Sinada Dergisi, Sayı 11
Mart,
2016
Marmara Üniversitesi - Güzel Sanatlar Fakültesi
Marmara Üniversitesi - Güzel Sanatlar Fakültesi
ERDAL GÜNEY HAKKINDA
-
Anamur doğumludur .
-
Müziğe çok küçük yaşta başlamış ve Tahsin İncirci, Elmira
Aşrafov, Jerair Arslanyan, Kemal Kaplan ve Ferhat Livaneli'den müzik
dersleri almıştır.
-
Metz - Fransa'da, bir kültür kuruluşunun davetlisi olarak bağlama
dersleri vermiştir. Anamur- Ören Belediyesi'nde yaptığı koro
çalışmalarının yanında bağlama dersleri de vermiş ve aynı
zamanda burada yöneticilik yapmıştır.
-
Berlin'de özel bir kuruluş olan Türk- Alman Akademisi'nde
öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
-
Taşeli Platosu üzerine alan çalışmasına dayalı müzik
incelemesi yapmıştır.
-
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - Televizyon
bölümünde yüksek lisansını tamamlamıştır.
-
Şu an Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar bölümünde film müziği
dersleri vermektedir.
Albümleri: Güney
Türküleri, Yakımlar, Köprüler(Enstrümantal), Aşkiya, Bir
Kıyıdan, Perihel(Enstrümantal)
Dizi Müzikleri: İlk Göz
Ağrısı, Hatırla Sevgili, Elveda Rumeli, Dicle, Yemin, Bu Kalp
Seni Unutur mu, Balkan Düğünü
Kısa Film Müzikleri:
Aşk Olsun Sana Çocuk, Günah, Hayat
Sinema Müzikleri:
Unutulmayanlar, Gitmek, Denizden Gelen, Divan Yolu, Benimle Oynar
mısın, Kutsal Bir Gün
Belgesel Müzikleri:
Cemil Meriç Belgeseli, Asi Ruh, Kalemi Kırmasaydık, Özgürlüğü
Ararken Türkiye, Sesim Rüzgâra, Balkanların Kalbindeki Sahne,
Gökyüzüne Sunulan Gerdanlık MAHYA