14 Mayıs 2016 Cumartesi

Erdal Güney: Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir. / Röportaj - Yeliz Şenyerli

ERDAL GÜNEY
        “SANAT; KENDİNİ AKADEMİK, KURAMSAL OLARAK ÜRETMEK ZORUNDA”




'' Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir ve daha çok kendimi orada ifade edebilirim. ''
Biliyorum ... Ne yazsam ne söylesem içimde bir yerler yine de hep biraz eksik kalacak. Onun Anamurlu olmasının getirdiği Akdeniz ruhunu halk müziği eserlerinde ebedileştirmesinden tutun da dizi, film ve belgeseller için bestelediği müziklere kadar.
Toplumla olan bütün bu duygu alışverişlerinin yanında ona hiçbir zaman sırtını dönmeyişini, toplumun temel sorunlarını kendine dert edişini öğretici yönünden de çok açık gözlemleyebiliyordunuz aslına bakılırsa. Yurt dışında verdiği müzik eğitimlerinin yanı sıra Türkiye'deki film tasarımı bölümü öğretim görevlisi kimliğiydi öğretici yönü tamlamamın altında yatan mana.
Benim de üniversitede öğrencisi olabildiğim ve işine saygı duyup layıkıyla yapabildiğini gördüğüm nadide insanlardan. Derslerinde anlattığı bilgileri öğrenme çabanızdan çok çok öte bir duygu da kendinizi üyesi olduğunuz o sınıfta gerçekten bir birey gibi hissedebilmeniz, kendinize olan saygınızın yanında topluma faydalı gençler olabileceğiniz duygusunu içinizde duyabilmeniz.
Sadece geçerken hızlıymış zaman dediğiniz... Henüz küçük bir kız çocuğuyken besteleriyle büyüyüp kocaman olduğunuz güzel bir yüreğin henüz adını dahi bilmezken, yüzünü fotoğraf karesinde dahi görmemişken melodileriyle gönlünüzde yer etmesi gibi; sonra bir gün hayatınızın bir kesitinde ona, içinizdeki en masumane öğrenmeye, yaşamı keşfetmeye meraklı haylaz bir çocuğun sesinden öğretmenim diyebilmeniz gibi.



           Yönetmenler, kurgu denen bir sinemayı var eden unsuru oluşturduktan sonra bitmeyen bir kurgu sürecine giriyorlar ve her defasında bu; filmin metronomuyla, zamansallığıyla, hikaye anlatma biçimiyle, akışıyla ilgili yeniden bir düzenleme demek oluyor. Zaman sıkışıklığının bizdeki tezahürü bu oluyor.
      
     “Birçok yönetmenin sinemasal sorunu, müzikle olan gerçeklikle de açıklanabilir. Müzik, sinemasal gerçekliği kırar, diye düşünülebilir.”
Anamur'dan dünyaya açılan bir yolculuğun içerisindesiniz. Müzikle çok küçük yaşlarda tanışmışken, neden iktisat fakültesini tercih ettiniz?
Müzik bende, aile ve çevre gibi daha geleneksel bir yere oturuyordu. Müziğin hayatımı idam ettirebileceğim bir alan olmasını öngörebilmem mümkün değildi. Üniversiteye hazırlık sürecimde de iktisat, hukuk ve siyasal benim ilgi alanlarımdı. Bizim dönemimizde, üniversite tercihleri biraz muamma bir durumdu. Yani herhangi bir hukuk, siyasal ya da iktisat fakültesi olabilecekken sıralamaya hangisi geldiyse onu okumak zorunda kaldım; ama isteyerek okuduğum bir alandı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi.
Güney Türküleri, Yakımlar, Aşkiya, Bir Kıyıdan gibi solo albümlerinizin yanında Köprüler ve Perihel gibi enstrümantal albümleriniz de var. Böyle bir sürecin içerisindeyken, dizi ve film müziği yapmaya nasıl karar verdiniz?
Türkiye'de bir sürü şey, sizin planladığınız zeminde yürümüyor. Ben daha çok yurt dışında yaşarken albümlere yoğunlaştım. Halk müziği ve bağlama dersleri vermek üzere yurt dışında bulunmuştum; Berlin'de, bir dönem de Fransa'da. Türkiye'ye daha da yoğunlaşmaya karar verdikten sonra çevresel etkenlerle, arkadaşların önerileriyle beraber bazı dizi ve filmlerin müziklerini yapmaya başladım.Doğal olarak o yönden üretim biraz belirmeye başladı. Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir ve daha çok kendimi orada ifade edebilirim. Bu, işte böylesi bir davetle başlayan bir serüven; sinema filmlerine, belgesel müziklerine ve beraberinde de enstrümantal çalışmalara biraz daha cesaretli yoğunlaşmamı sağlayan etmenler.

Sizce bir müziğin filmdeki yeri ne olmalıdır ve müzik, bir filmde ne ölçüde kullanılmalıdır?
Duyulmayan ses olması daha arzulanır müzik için ya da müziğin daha az kullanılması; fakat filmin türü, neyi anlatmak istediği ve yönetmenin kendini nasıl tarif edeceğiyle beraber, müzik bir kullanım özelliğiyle o filmin içinde yer alabilir. Çok genel doğrular ve sınırlılıklar çizilmesi, kendine ait dinamiği ve estetiği olan bir sanat dalının yani müziğin, bir başka sanat dalıyla kurmuş olduğu ilişkide, çok daraltılması anlamına gelir; fakat sorun şu ki, müziği bir başka sanat dalıyla ilişkilendirdiğinizde; saf bir müzik olma özelliğinden uzaklaşıyor. Yani görüntünün, dramaturji’nin, karakterin, olayın ve daha birçok sinemasal parametrenin kendini tarif etmesi üzerine müziği kullanmak mümkün. O yüzden, çok fazla net yanıt verilmesinden imtina etmek gerekir; fakat bir sinema filminde yapılan hatalarda, çekim sorunlarında; atmosfer etkilerinde, oyunculuğun açığa çıkmasında sorun varsa eğer genellikle oralarda müzikten yararlanmaya çalışan yönetmenler var. Çok kötü örnekler üzerine doğru bir estetik algı, akım ya da boyut oluşturmak çok fazla mantıklı değil. Sinema, sanatsal dinamizmi açısından biraz böyle bir sanat dalı. Yani bundan elli yıl önce yapılan bir film ve anlatım dili, bugün bambaşka bir yere tekabül ediyor ve gelecekte yapılacak sinema filmlerinin anlatım dillerinde de yeni, sürpriz, heyecan verici başka buluşlar ve yaklaşımlar da mümkün olabilir; fakat bir sinema filmi, bence müziğe neden ihtiyaç duyduğuna ancak o filmin kendi içinden yanıt üreterek müzikle faydalı bir ilişki kurabilir. Birçok yönetmenin sinemasal sorunu, müzikle olan gerçeklikle de açıklanabilir. Müzik, sinemasal gerçekliği kırar, diye de düşünülebilir. Daha popüler kaygılarla, eğlence kaygılarıyla yapılan filmlerde; müziği günlük hayattaki tüketim ve eğlence ihtiyacıyla ilişkilendirdiğinizde, müzikten bağımsız konuşmak çok fazla mümkün değil. Çok yoğun kullanılıyor; fakat yönetmen sinemasında müzik; çok daha doğrusal, çok daha faydalı, filmin atmosferini bozabilecek etkilerden uzak, fayda sağlayabilecek bir yerde kullanıldığında çok başarılı sonuçlar alınabiliyor.
     
  Dramaturji: Dramatik bir yapıtı oluşturacak olan ana ögeleri bulma ve bunları düzenleme tekniği.

Sinemasal döngüde, 'iyi müzik' ve 'kötü müzik' denen bir algı var mı sizce ?
İyi müzik ya da kötü müzik yok bence; müziğin doğru kullanılması, nerede başlayıp nerede bittiği, neyi ifade edeceği çok önemli. O anlamıyla müziğin sadece işitsel bir düzeyde değerlendirilmesi başka bir durum, bunu reddetmek mümkün değil. Bir filmde etkileyici bir müzik dinlenilmesi filmi yorumlamak açısından etken; fakat bu aşamadan daha önceki aşamada; müziğin nerede, nasıl ve neden kullanıldığına yanıt bulmak, sinema açısından müzik kullanımı üzerine konuşursak daha önemli.
Peki siz bir film çekmek isteseydiniz, filminizde müziği nasıl kullanırdınız?
Buna yanıt vermek gerçekten çok zor. Benim yazdığım senaryolar var ve bunlar, bir olanağını bulursam çekmeyi arzuladığım senaryolar; fakat müziği konusunda hiçbir şey düşünmedim; ama eğer düşünecek olursam, yazdığım senaryo ve film dilinden yola çıkarak kendimi ifade etmeye çalışırsam, bir Akdeniz melodramı daha çok benim iç dünyamda. Filmin içinde kaynak olarak, diegetik olarak görebileceğimiz müzikleri tercih ederdim; fakat genel atmosferi tarif etmesi konusunda müzikle ilişkiyi kurardım çünkü Akdeniz, müzikle çok ilgili bir coğrafya. Onun dışında, filmin içinde oluşturabileceğim leitmotiv unsurları desteklemek üzere, mümkün olduğu kadar müziğin leitmotiv özelliğinden faydalanmayı isterdim.
        
           Diegetik: Çekimin yapıldığı yerden kaynaklanan müzik türüdür. Pikap veya radyonun sesi, rüzgârın uğultusu, telefonun çalması buna örnektir.Kaynak müzik de denir.
         Leitmotiv: Yapıt boyunca yinelenen düşüncenin, durumun ya da duygunun ayırt edilmesine yarayan bir müzik terimidir. Wagner operaları ve Tarkovsky sinemasındaki leitmotiv unsurlar bu türe örnektir.


Müzisyen bir terzi değildir;
Film, bir çıplak beden değildir.

Yönetmenle film müziği bestecisi arasındaki diyalog sizce nasıl olmalıdır, yönetmenle aranızda bir anlaşmazlık olsa bunu nasıl çözersiniz?
Orada, Türkiye üzerinden konuşmak çok sancılı. Yani yönetmenleri de kategorik bir yere sıkıştırmak çok doğru değil aslında; fakat benim çalışğım birçok yönetmenle aramda çok enterasan, sinemanın ötesinde dertlerle ilgili “çatışmalar” yaşanır. Bunun bir tarafı, işin yapılabilme durumuyla ilgili. Çünkü yönetmenler, kurgu denen bir sinemayı var eden unsuru oluşturduktan sonra bitmek bilmeyen bir kurgu sürecine giriyorlar ve her defasında bu; filmin metronomuyla, zamansallığıyla, hikâye anlatma biçimiyle, akışıyla ilgili yeni bir düzenleme demek olabiliyor. Kurgu değişiklikleriyle birlikte müziği de tekrar tekrar değiştirmek, kesip biçmek, benim için ciddi bir problem. Bu anlamıyla zaman sıkışıklığının bizdeki tezahürü bu oluyor. Yönetmene hizmet etmek zorunda olduğumuz için buna itiraz edemiyoruz. Bu, bizim üretimimizi ciddi anlamda bloke eden bir şey. Diğeri; yönetmenlerin film boyunca üretmiş oldukları mizanseni, hikâyeyi ve atmosferi müzikle beraber gördüklerinde tatmin olmayan iç sesleri ve müzisyenden bu iç sesi açığa çıkarmasını bekliyorlar. Bu bir sihirbazlık hali ve müzisyenin işi sihirbazlık değil. Yönetmen, filminin çekim aşamasından itibaren müziği nerede, nasıl kullanabileceğini eğer yapısal ve işlevsel yönleriyle açığa çıkartabilirse; iş, müziğin nerede başlayıp nerede biteceği konusuna varıncaya kadar önceden netletmiş olabilir. Tabii ki müzik daha çok post prodüksiyon aşamasının bir işi. Tabii ki biz, senaryo ve çekim aşamasından filmin içine dahil olabilmek için yoğunlaşırız; fakat sonuç olarak kurguyla, bitmiş nihai kurguyla beraber çalışılması gerekli olan bir alandan bahsediyoruz. Onun dışında, yönetmenlerin müzikle ilgili çok kült, çok yüksek örneklerle beraber beklentilere girmesiNe demek istiyorum? Yönetmenin bildiği sekiz-on tane film vardır, yirmi tane yönetmen vardır, işte on tane müzisyen vardır ve oradan bir şeyleri çağştırmaya çalışır. Mesela referans örnekler verirler bize. İşte o filmdeki gibi, şu müzik türündeki gibi. Bu tür şeyler çok yıpratıcı çünkü ben hiçbir yönetmene sen hangi mizanseni nasıl çekeceksin, ne kullanacaksın, diye sorma haddini bulamıyorum kendimde; fakat akademik bir yerden de yaklaşğın zaman senin nasıl çekeceğin, nasıl ölçekler ve planlar kullanacağın; mekanları nasıl tarif edeceğin, dilinin ne olacağı konusu, benim müzik yapmamı etkileyebilecek unsurlar.
.
Müzisyen bir terzi değildir. Film, bir çıplak beden değildir ve müziğin, bunu giydirmek üzere bir fonksiyonu yoktur.Biz genellikle Türkiye'de, sinemada ve müzikte yoğun olmak üzere filmin kendi oluşturmuş olduğu sorunları gidermek üzere yaptığımız sanatsal işlerle var oluyoruz. Bu, sanatsal bir üretim olmaktan öte bir şeyi tarif ediyor ve bunun yaratmış olduğu sorunları telafi etmek üzere bir çalışma yapıyoruz.Bu da, akademik anlamda bir derinleşmeyi sağlamıyor. Sanat, kendini akademik bir kuramsal olarak da üretmek zorunda. Türkiye'deki sinemanın yıllardır ve yıllardır çözemediği temel sorun bu. 
Bunun yapılma işiyle ilgili bir sorun var, yaşadığımız toplumun kültür politiğiyle ilgili bir sorun var, iktidarların sizinle ve sanatla kurduğu bir ilişki var. Kültür Bakanlığı denen bir şey var mesela bu ülkede, bizim vergilerimizde ifade edilmesi gereken, kültürel ve sanatsal çalışmaları desteklemesi gereken bir alan var. Tüm bunlarla beraber büyük bir muammadan bahsediyoruz aslında.
Diğer yönüyle beni en çok rahatsız eden, yönetmenlerin sürekli zekâ pırıltısı peşinde koşup basit, sade yapılması gerekeni karmaşık hale getirmeleri; fakat yönetmenin kendini parlak ve çok ayrıksı, yani ayrı bir yere oturtuyor olması, benim için çok anlaşılır bir şey değil. Türkiye'deki yönetmenlerin büyük bir çoğunluğu böyle, bu bizim kültürümüzün de katmış olduğu bir hâl herhâlde. Böyle her şeyi anlayan, çok zeki, her şeyi çözen, her şeyle ilgili olan bir tipoloji yaratıyorlar. Öyle değiller aslında, hiçbirimiz öyle değiliz; ciddi bir emek organizasyonu, ciddi bir sanatsal edim formasyonu olmadığı sürece. İşte öğrencilerimiz de setlere gidiyor ve oralarda bir sürü bağırış çağırış...
Saatlerce çalışıp paralarını bile alamayan, emeklerinin karşılılığını alamayan insanlar oluyor. Öbür taraftan da benim uzun süre çalışğım iki tane film vardı bağımsız sinemaya destekçi olalım diye ve hiçbir maddi gerekçe görmeden, talep etmeden. Yönetmenleri mutlu edemeyip daha sonra onların kafalarında değişen bazı şeylerle beraber sizin o aylar süren çalışmanızı bir anda yok etmeleri hadsizliğini de yaşadık. Bu da insani anlamda bir travma oluşturuyor. Ben çok yetenekli olduğumu düşünmüyorum; fakat bununla ilgili bir formasyon edinmişsem, buna ait müzik üretme şansım olabilir. Bu, müziğin kendine ait ruhuna, dokusuna uygun düşmeyebilir, bu bir talihsizlik olabilir. İyi ya da kötü olmasının ötesinde bir şey bu. Sanatsal üretimlerde böyle denk gelmeyen, uygun olmayan anlar yaşanabilir; fakat bundan sonra da bir hayat devam ediyor.
Sanat; ahlaki, etik, insan sevgisi, doğa sevgisi diye tarif edilir; ama enteresan bir şekilde bunun üretim aşamasındaki kargaşa, çoğu yönetmenle kurulan çatışmanın ana dinamiğini oluşturan bir durum. Onun dışında çok başarılı örneklerde var tabii yani. Kafasını, mantığını, ne yapacağını bilerek ona göre kullanan yönetmenler; zaten o süreç içerisinde açığa çıkıyor. Örneğin, siz yağmur damlasını müzikal bir ses olarak film boyunca kullanmak istiyorum, derseniz ve filminizde bu açığa çıkarsa, o gerçekten doğru bir yaklaşımdır ve doğru yapılmış bir iştir, olabilir; fakat ne yapacağınızı bilmediğinizde; işte oraya nasıl müzik çalışalım, oraya böyle mi yapalım, bu daha mı etkileyici olacak, seyirciye mi çalışalım, filmin içine mi çalışalım ayrımlamalarıyla beraber, birçok kötü örnekle de karşılaşmak mümkün.

Post Prodüksiyon: Yapıtın, yapım süreci ile izleyiciye sunuluş süreci arasındaki kurgu, seslendirme, birleştirme, basım ve çoğaltım gibi süreçlerini kapsayan bir terimdir.


     Bugün yaşadığımız çağın dilinde sanatın fonksiyonları, biraz daha toplum ve sanat ikileminin dışına çıkmaya başladı.
Yaşadığınız bütün bu talihsizlikleri, toplumsal bilinç sorunsalına bağlayabilir miyiz? Popüler kültürün rolü, sizce bu bağlamda nedir?
Toplumsal bilinç, topluma ait bir sorun değildir tek başına. Biz örgütlü bir hayatın içinde yaşıyoruz ve bunun temel kapısını tutan da devlettir. Eğitim sorunu örneğin; siz ilkokuldaki çocuklara müzik dersi vermezseniz, konservatuarları daha yaygın açmazsanız, koro ve tiyatroları kapatırsanız, insanların müzikle yaşamalarını sadece popüler ve endüstriyel bir kültür alanına hapsederseniz; doğal olarak sanat, biraz sanat hakkında bilgi sahibi olan insanların konu olabileceği bir şey olur. Entelektüel bir çabadır bu. Bunu kutsamak açısından söylemiyorum; fakat sadece eğlenceye dönük ve insanların günlük hayatı sorgulamalarına engel olabilecek bir üretimde bulunuyor iseniz, doğal olarak bu yapıyı da bu hale getirmişsiniz demektir. O anlamıyla popüler kültür, politik bir şeydir aslında. Popüler kültür eleştirisini, değerlendirmesini bunun üzerinden yapmak daha doğru. İnsanların günlük hayattaki tüketimlerine sanatı bir araç olarak, metasal bir değer olarak koymaya çalışan ve buradan hayatını idam ettirip ''varsıllaşmaya'' çalışan birçok insan var.
Siz böyle bir durumda bir müzisyen olarak toplumla ne tür bir iletişim kurmayı tercih edersiniz?
Toplumla çok ilişki kurma derdinde değilim. Şundan dolayı; çünkü çok sevdiğim yazarlar, romancılar, şairler, sinemacılar, benimle ilişki kurmuyorlar. O yüzden hayatla ilişki kurmayı önemserim ve benim yaşadığım hayata daha geniş bir çerçeveden, başka bir bakış açısıyla bakabilmeyi, biraz da kendime dönük rehabilitasyonumu sanat yoluyla yapabilmeyi isterim. Bunu yapmayınca bir kıymeti yok zaten.

Bu noktada ben sanatımı sanat için yapıyorum, diyebilir misiniz?
Yok, hayır. O da artık bu postmodern dünyada kavramsal olarak bir sürü şeyin birbirine geçişgenliğine neden olan bir dönem oluşturdu. Yani sanatı, tabii ki sanatsal parametrelerle yaparsınız ve benim derdim tabii ki iyi müzik yapmak. Doğru makamlar, doğru sesler, doğru orkestrasyon, doğru ifadeler oluşturmak, sanat için yaparsınız bunu; fakat bununla beraber yaşadığınız hayatın bütün katmanlarında, bütün derinliklerinde nüfuz bulan, nefes alan varlıklarız biz. Şimdi aşk dediğiniz mevzu, iki kişinin yaşadığı bir ilişki değil. Doğayla, hayvanla, toplumla, ülkemizle, insanlıkla kurduğunuz bir sürü daha katmanı tarif edebilir ve bunun çok fazla örneği vardır tarihsel olarak. Bunu üreten, bunu çok daha estetize eden unsurlar, kişiler, olaylar vardır. Ben bu anlamıyla da yaşadığım toplumla paylaşmak isterim bunu. O yüzden toplumsal karşılığı vardır; fakat toplumsallıkla protest ilişki arasında bir fark var. O anlamıyla sanat, sanat için midir; sanat, toplum için midir tartışması, tarihsel olarak başka bir dönemde açığa çıkan bir tartışmadır. Toplumsal gerçekçi yaklaşım, bunun biraz daha ateşini artırmıştır deyim yerindeyse; fakat bugün yaşadığımız çağın dilinde sanatın fonksiyonları, biraz daha toplum ve sanat ikileminin dışına çıkmaya başladı.
Sizin toplumsal açıdan başarılı bulduğunuz filmler var mı, bu çok iyi filmdir dediğiniz?
Benim enlerim yok. Yani eminim birçok film var; fakat şu film beni çok etkiledi demek, benim biraz da zamanımla, tarihselliğimle ilgili bir önem kazanıyor. Örneğin; Elem Klimov'un “Gel ve Gör” filmi, Sovyet savunması ve Nazi subaylarıyla yaşanan savaş. Oradaki bir sahne beni çok etkilemiştir. Kaçarken Hitler’in bir fotoğrafı vardır ve bizim karakterimiz kurşun sıkar o çamura düşmüş çerçeveye ve bir anda çerçeve canlanır, tarih geriye sayılmaya başlar. İşte bir kurşun daha sıkar, Hitler’in çok görkemli olduğu bir dönem; bir kurşun daha sıkar, Hitler’in ilk dönemi; bir kurşun daha sıkar, çocukluğuna gelir ve artık silah sıkmayı bırakır. Yani bu benim için çok etkileyici bir sahneydi. Andre Plus'ın filmleri tabii ki benim için çok önemli, Yılmaz Güney'in filmleri benim için çok önemli. Daha kimi söylesem dışarıda kalacak diye ifade edemiyorum. Filmin ana metni, bana kattıklarıyla çok ilgili. Yoksa bir sinemayı bir tabloya bakar gibi mükemmel bir yorumla beğeni haznenize alabilmenizi ben çok anlayabilmiş değilim yani ben de eğer bunu yapıyor isem, genel olarak biz böyle yapıyor isek. O anlamıyla, böyle bir yanıt vermeyi tercih ederim.


Anamur, Akdenizlik hali benim için çok ayrı, masalsı bir şey.
Peki, siz kendi hayatınızda nelerden beslenirsiniz?
Hayattan beslenmek deyimi, onu nasıl yaşadığınızla ilgili. Yani nasıl yaşamaya çalışıyorum, farkında olmaya çalışıyorum. Bu ülkedeki siyasi ve ekonomik kararlarla, kültürel hayatla, insanların günlük hayattaki tercihleriyle, popüler anlamda tükettikleriyle; fakat öbür taraftan bu ülkenin çiçeğiyle, baharatıyla, mutfağıyla, sporcusuyla, her şeyiyle ilişki kurmaya çalışıyorum. Felsefe, sanat, politika, kültür, bunlar akademik anlamda da hayatı çözümleme noktasında ilgilenmeye çalıştığım alanlar. Onun dışında çevremle çok beslenen bir insanım; arkadaşlarımla, dostlarımla ve Anamur Akdenizlik hali benim için çok ayrı bir şey, böyle masalsı bir şey. Gerçekte bu kadar karşılığı olan şeyler değil; ama ben orada o masalı kurmaya devam edebiliyorum. Sanırım bunlarla ilgili ve emin ol, bunların yanıt verebilecek kadar da farkında yaşamıyorum. Sanıyorum farkına varma çabası ve farkında olmakla, farkında olmadan yaşama arasında pararadoksmuş gibi görünen bir bütünlük var. Onun ikisini beraber yaşamaya çalışıyorum. Soru sorduğun için cevap verdim. Buna çok kendi adıma cevap vermiş değilim aslında.
Dizi, film ve belgesel müziği besteciliğinizin yanında arkeolojik çalışmalarınız da varmış.
Arkeoloji, tamamen bir şehir efsanesi. Arkeolojiyle benim hiçbir ilgim yok. Bu sosyal medya çıktıktan sonra, çok tehlikeli bir şekilde size yapışan şeyler oluyor. Yıllar önce müzikolojiyle ilgili bir alan çalışmasıydı. Benim yan alanım bu, akademik alanım değil; ama memleketimdeki işte Anamur'daki Rumlar, çok farklı kimliklerden Abdallar, Cingenler, beylikten gelenler, Yörükler, o coğrafyada çok derli toplu yaşayan kimlikler mübadele döneminde Yunanistan'a gittiler ve orada, bizim müzikal hayatımıza da nasıl katkıları var, diye merak etmiştim. Tabii bu, başka bir şekilde yansıdı, arkeoloji çalışmaları yapıyor şeklinde ve her araştırmada bana arkeolojiyle aranız nasıl deniyor. Arkeolojiyle hiçbir ilişkim yok tırnak içinde. (Gülüyor)


  Before The Rain filmindeki vurgu; gelecek, beni sürekli geçmişime doğru göndermeye    çalışıyor. Paradoksalmış gibi görünen çember asla yuvarlak değildir

   Zamanı kendi haline bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü ölümlerden bir şey          hissedemezsiniz.
Yani bu noktada İbn'i Haldun'un da dediği gibi, ''Coğrafya kaderdir,'' diyebilir miyiz?
Coğrafya, evet o, kaderdir. Ben kaderci bir insan değilim; fakat orada anlatmaya çalıştığın, mutlak kadercilikle ilgili bir şey değil muhakkak. O çok sıcak ve doğru bulduğum bir şey. İnsanın gelişme aşamasından itibaren sosyokültürel bütün unsurlar; bir çiçeğin ya da bir portakal çiçeğinin kokusu beni her defasında çocukluğuma götürür. Coğrafyamın yağmuru, buranın yağmuru gibi değildir; toprakla bütünleştiği zaman ortaya yaydığı koku, beni çocukluğuma götürür. O anlamıyla, ben o kokuyu var ederim. Doğal olarak bu anlamda mutlaklaştırdığım, estetize ettiğim bana ait olan sesler, tatlar, dokular, insanlar, dağlar, ağaçlar doğal olarak benim vazgeçemeyeceğim bir şey olmaya başladığı için, dönüp dolaşıp yine oraya gidiyorum ve bu haliyle, kendi kaderime dönük bir yolculuğu yapmış oluyorum. Kadercilik, bir de sonucuna ilişkin bir teslimiyet duygusu. Bu böyle olacak üzerinden mutlak kaderciliğe itirazım var. Hayır, ben ileriye gideceğim değil, geriye doğru döngüsel bir dönüş yapmak. Yani o paradoksalmış gibi görünen çember asla yuvarlak değildir. Before The Rain filmindeki vurgu; gelecek, beni sürekli geçmişe doğru göndermeye çalışıyor.

                                     ''... Bak bulutlar geçiyor üstünden, kaldır başını,
                                                  Al mendilim sende kalsın sil yaşını.
                                                  Memleket, sevdana yürek gerek.''

Benim çok fazla merak ettiğim, farklı zamanlarda sizin için farklı manalara geldiğini dile getirdiğiniz, ''Zamanı kendi haline bırakırsanız insanı en can alıcı yerinden yakalar, orası da belleğidir,'' sözünüzün, bugün sizin için ne ifade ettiği.

Aslında bu söz, bana ait bir söz müdür, ondan pek emin değilim ve sanıyorum bana ait de bir söz değil. Ben bunu sıklıkla söyledim, çok önemsediğim bir cümle. Bir yazara ya da şaire ait. Ben onu bir makalede ya da öne çıkarılmış bir spot cümlede fark etmiş olmalıyım bir kültür dergisinde; fakat onun kim olduğunu hâlâ bulamadım; ama bir insan böyle bir cümle kurmuşsa ona aitliğinin hakkını vermek ve saygı duymak gerekir. Bunu maalesef yapamadığım için kendimi çok üzüntülü hissediyorum; fakat cümle çok büyük bir cümle, zaman ve bellek ilişkisi üzerine nefis bir şey ve bunun Türkiye'deki tezahürü çok önemli. Çünkü bizde Onarlı yıllarda değişen kültürel ve endüstriyel bir tüketim kimliği, bizim hayatlarımızla kurmuş olduğumuz ilişkiyi, problemli hale getiriyor. O yüzden, zamanı tutmak lazım. On yıl önce kim vardı, elli yıl önce kim müzik yaptı, yüz yıl önce kim bir şiir yazdı, kim hayata dahil oldu ve biz nerelerden geliyoruz, noktasını tutmamız lazım.
Bu, belleği taze tutmayla ilgili bir şey.Çünkü on yıl önce yapılan çok kötü uygulamalar, bugün bizim hayatımızın kaderi haline geliyor. Şimdi oralara vurgu yapmak lazım ve modern toplumlarda insanların zamanının çok pervasızca, bellekleriyle ve yaşadıkları hayatla ilişkilerini kurma noktasında bağlarının kopartılarak yürütülmesi, çok ideolojik bir yaklaşım benim açımdan çünkü ideolojilerin son bulduğu söylenen bir dönemi yıyoruz. Postmodernizm de bunu üzerine doğru gelen bir süreç aslında. Bu anlamıyla zamansızlık, mekânsızlık ve bir sürü -sızlığı aslında anlamlılık içinde tarif etmeye çalışan bir yaklaşım gibi geliyor ve beni asıl ilgilendiren, toplumsal ve politik karşıtlığının ne olduğu. 

Hiçbir şey rastlantı değil. Bu trafik sorunu, İstanbul'da rastlantı değil. Eğer on yıl önce zamanı kendi haline bırakmış, otuz yıl önce zamanı kendi haline bırakmışsanız, belleğiniz bunun ne demek olduğunu ifade edemez.O zaman da trafikteki araçlara, trafikteki şoförlere kızarsınız. Hâlbuki toplu taşıma denen sorunun çözülmesi politik olarak ve kent yaşamı için önemliyken, siz bunu Soğuk Savaş döneminin diliyle komünizm propagandası olarak algılarsanız ve yurt dışından gelen petrol satışıyla da beraber araçları çok fazla artırırsanız, satışını finansal anlamda desteklerseniz arabaların gideceği yer kalmaz.Bisiklet denen bir şeyi konuşamaz haldeyiz, çocuk oyuncağına dönmüş bir halde bisiklet. Hâlbuki bisiklet, bizim hayatımızda olması gereken; yürümek, bizim hayatımızda olması gereken; fakat siz buranın zamanını boşa bıraktığınızda, her semtte kurulmuş anlamsız spor merkezlerinde anlamsız makinelerin üzerinde yürüyen insan toplulukları görürsünüz.
Hâlbuki bizim yürümemiz lazım, kaldırım yok yollarda. Şimdi bu bağlantılar ve bu ilişkiler biraz zorlama gibi gelebilir ilk etapta; ama hayır, ben tam da bundan bahsetmeye çalışıyorum. Mesela on yedi yaşında öldürülen bir çocuğun varlığını siz eğer unutursanız, zamanı kendi haline bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü ölümlerden bir şey hissedemezsiniz ve en kutsal unsur, yaşama hakkıdır. Doğadaki bütün varlıklar için geçerli bu hak.


“…sen gidince asi çocuk, döktü yaprağını ceviz.”



Yeliz Şenyerli / Sinada Dergisi, Sayı 11
Mart, 2016
Marmara Üniversitesi - Güzel Sanatlar Fakültesi




ERDAL GÜNEY HAKKINDA


- Anamur doğumludur .
- Müziğe çok küçük yaşta başlamış ve Tahsin İncirci, Elmira Aşrafov, Jerair Arslanyan, Kemal Kaplan ve Ferhat Livaneli'den müzik dersleri almıştır.
- Metz - Fransa'da, bir kültür kuruluşunun davetlisi olarak bağlama dersleri vermiştir. Anamur- Ören Belediyesi'nde yaptığı koro çalışmalarının yanında bağlama dersleri de vermiş ve aynı zamanda burada yöneticilik yapmıştır.
- Berlin'de özel bir kuruluş olan Türk- Alman Akademisi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
- Taşeli Platosu üzerine alan çalışmasına dayalı müzik incelemesi yapmıştır.
- Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - Televizyon bölümünde yüksek lisansını tamamlamıştır.
- Şu an Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar bölümünde film müziği dersleri vermektedir.
Albümleri: Güney Türküleri, Yakımlar, Köprüler(Enstrümantal), Aşkiya, Bir Kıyıdan, Perihel(Enstrümantal)
Dizi Müzikleri: İlk Göz Ağrısı, Hatırla Sevgili, Elveda Rumeli, Dicle, Yemin, Bu Kalp Seni Unutur mu, Balkan Düğünü
Kısa Film Müzikleri: Aşk Olsun Sana Çocuk, Günah, Hayat
Sinema Müzikleri: Unutulmayanlar, Gitmek, Denizden Gelen, Divan Yolu, Benimle Oynar mısın, Kutsal Bir Gün
Belgesel Müzikleri: Cemil Meriç Belgeseli, Asi Ruh, Kalemi Kırmasaydık, Özgürlüğü Ararken Türkiye, Sesim Rüzgâra, Balkanların Kalbindeki Sahne, Gökyüzüne Sunulan Gerdanlık MAHYA

Türk Kültüründe Ad Koyma Geleneği / Bizim Anadolu gazetesi / Yeliz Şenyerli

          TÜRK KÜLTÜRÜNDE AD KOYMA GELENEĞİ      Ad, bir milletin kimliğidir. Bu nedenle Türk aile büyükleri çocuklarına, Türkçe ad koy...