30 Ekim 2016 Pazar

Hasan Ulaş: Şiir Kendi Debisine Sahip Olmalı! / Röportaj - Yeliz Şenyerli


                             
                                    HASAN ULAŞ ŞİİR, KENDİ DEBİSİNE SAHİP OLMALI

                     Seneler önceydi. Aylardan eylüldü, 2013’tü sene. Sinada isimli kültür, sanat, edebiyat dergisi aracılığıyla tanışmış, yayımlanan şiirlerimizle konuşmuştuk birbirimizle. Şimdiyse 2016’yı gösteriyor takvimler, yüreği sevgi ve umut dolu dostluğumuzun habercileri.  Yıllarımız yazarak, dünyaya iyilik ve güzellik katma gayesiyle geçti.

                    Yazın hayatına 2012 yılında Bizim Ece adlı edebiyat dergisinde yazdığı şiirleriyle başlayan Şair Hasan Ulaş’ın güçlü kalemi, Sinada dergisindeki yazılarında kendini gösterdi. Zaman geldi, bildiği gibi geçti. Başladığı günden beri iyilik ve güzelliği yanından ayırmadı şair. 1981 Manisa \ Salihli’de dünyaya gelen Ulaş’ın ilk şiir kitabı Kirman, Aralık- 2015'te Sinada Yayınevi baskısıyla dünya telaşı kavramını Kirman metaforu üzerinden okuyucusuna anlatan etkileyici konusu, dili ve üslubuyla kitapçılarda yerini aldı.


“ Yapmaya çalıştığım; kalpçeyi, gözceyi, ruhçayı, usçayı, susçayı, insancaya çevirmek “

Kirman'ın öncesince, "Hasan Ulaş, kimdir?" sorusuna vereciğiniz cevapla başlamak istiyorum sohbetimize.
Doğum yerleri \ tarihleri, okullar, mezuniyetler bir insan hakkında ne anlatabilir? Kim bir kitabı yazarının yaşına, doğum yerine, mezuniyet ve memuriyetlerine bakarak okur ki? Daha kitabın başında peşin peşin, "Şairlik" gibi bir işe soyunmadığımı, yapmaya çalıştığımın sadece kalpçeyi, gözceyi, ruhçayı, usçayı, susçayı "insancaya" çevirmek olduğunu söyledim.

 Ne okumak istiyorsam, nasıl okumak istiyorsam öyle yazdım
Kirman'ın pek az kitapta rastlanan bir bütünlüğü var. Dili, üslubu, kurgusu, şiirlerin birbirini tamamlaması... Bu bütünlüğü sağlamayı nasıl başardınız?


İşin aslı sadece ne okumak istiyorsam, nasıl okumak istiyorsam öyle yazdım. Senin de söylediğin gibi buna etki eden birçok unsur var. İlki ve belki de en önemlisi dil yani Türkçe; yazara çok cömert ve anlayışlı davranıyor. Yapısı nedeniyle sözcükler oldukça şizofren. Bu da onu çok "İnsancıl" bir lisan yapıyor. Ağırlıkla üslubumu da şekillendiren bu. Ben bir metnin, özellikle de şiirin akıcı ve kendi debisine sahip olması gerektiğine inanırım. Onu okunur yapan bence budur.  Sürekli takılıp duran bir şiir okuruna keyif vermez işkence eder. Bir başka husus, okurun ezberine çelmeler takabilmek.

Yeni bakış açıları mı demek istediğiniz?

 Hayır. Yeni bir bakış aşısı demek istedim. İstediğim başka yöne bakmaları değil, başka türlü bakmaları. Kirman, onun için meta(fizik) bir kitap;  ağaç gibi yaşayan, büyüyüp gelişen canlı bir organizma. Somut tarafı toprağın altında dünyaya tutundukça, soyut kısmı toprağın üstünde gelişmeye devam ediyor.

  Okuduğumuz her şiir, başımıza örülen çorabın nakışından bir parça
Kirman neyi simgeliyor, bize ne anlatmak istiyor?

Dünyayı. Dünya size/bize  ne anlatmak istiyorsa onu.  Dünya aslında başımıza örülen kader nakışlı çorabın ipini eğiren Kirman’dan başka bir şey değil. Okuduğumuz her şiir, başımıza örülen çorabın nakışından bir parça. Aşklarımız, ayrılıklarımız, acılarımız, hüzünlerimiz, hayal kırıklarımız, dünya telaşlarımız, yar(a)larımız...
"Kader" ve "kaza" insan hayatındaki iki önemli olgu. Dünya, döndükçe uzayı yani zamanı vakte eğiriyor. Zaman, kadere;  vakit, kazaya işaret ve felek sayısız ş/işle başımıza bir çorap örüyor. "Hayat, kaderin kazaya uğramasından ibarettir" dememin altında da bu neden yatıyor.

Kitabınızda, ayna ve insan arasında neden bir bağ kurma ihtiyacı hissettiniz?

İnsan, tamamlanma ihtiyacı duymaya başladığı andan itibaren kendini ‘’ tam anlama ‘’ ve ‘’ ifade etme ‘’ çabasına girişir ki bu da onu bir ‘’ ayna ‘’ arayışına iter. İşte genel anlamda ‘’ Kirman ‘’ bu ‘’ Ayna ‘’ yı meydana getiren dünyayı; insan da cam/canı temsil eder ki Tıynet ve Ayna şiirleri bunun kağıda vurumudur. İnsan, bedeni itibariyle camı temsil ederken, ruhu canı da ardındaki sırrı temsil eder çünkü hammaddeleri, meydana gelişleri aynıdır. İki insanı birbirine yakınlaştıran, birbirine dost kılan, camlarının  ve sırlarının  birbirine benzerliğidir.


Kimi şiirlerinizde tuhaf bir mizah göze çarpıyor.  Beddua  şiirinin sonunda  "tuz döktüm yollarına" demişsiniz mesela. Neden "gül" değil de "tuz" ?

Bu mizah değil, mizah giyimli in/ironik bir gerçeklik aslında. Kapı madem bu şiirden açıldı, biz de bu şiir özelinden gidelim istersen.  Seni şimdi Cengiz Aytmatov'un Cemilesine, bizde bilinen adıyla "Al Yazmalım" ın son sahnesine götürmek istiyorum.
Hangi soruyu sorup duruyordu Asya kendine :
-Sevgi neydi?
-Sevgi, iyilikti, dostluktu. Sevgi emekti...

İlyas belki aşkından gül döktü Asya'nın yollarına ama o karlı buzlu yollar da kayıp düşmesin, canı yanmasın diye  tuz döken hep Cemşit olmuştu...  Velhasıl kelam Asya öldü belki aşkından; ama dönmedi İlyas'a.


Hepimiz "Kızıl bir ırmak" etrafında kurulmuş birer medeniyetiz

Tarih boyu medeniyetlerin su kenarına kurulduğunu biliyoruz; fakat insan, su kenarına kurulmuş bir medeniyettir, cümlenizde insanı temel almanız ne anlam taşıyor?
 İnsan topraktan yaratıldığına göre, bu onu aynı zamanda bir coğrafya yapar. Bir coğrafyaya sahip olmak beraberinde medeniyet/ler tarihi de getirir. "Halfeti Tarihi" buna vurgu yapan bir şiir.
Biraz daha açalım istersen. Pek farkında değiliz; ama hepimiz "Kızıl bir ırmak" etrafında kurulmuş birer medeniyetiz. İnsan bedeni oluşmaya "süveyda" denilen siyah bir kan pıhtısıyla başlar. Bu, kalbin ve kara sevdanın merkezidir. Diğer hücre, doku ve sistemlerin tamamı, süveydanın etrafında gelişimlerine devam ederler.  Yani insan vücudu, kalpten doğan ve bütün bu coğrafyayı enine boyuna saran kızıl bir ırmağın etrafında kurulmuş bir medeniyettir.  



Peki Halfeti ?
 İnsanın kalbi, tarihini ve yaşanmışlıkları anlatmak için kullanılan bir metafor aslında. Halfeti’de dünya üzerinde sadece burada yetişen endemik siyah bir gül çeşidi var. İki insan arasında yaşanmış her his de böyle endemiktir yani biriciktir. Bu duygu ve hisler bütününü başka bir insanla yaşamanıza imkan yoktur. İşte o gül kopartıldığında rengi kırmızıya döner ve yaprakları dökülür. İnsan da ait olduğu yerden, yeşerip büyüdüğü topraktan, gönülden  kopartıldığında tıpkı bu gül gibi kan ağlayıp solmaz mı?


Kalpten doğup 

Gürül gürül akan kızıl bir ırmak olmasa,

Esip gürlemesem,

Gülüp güneş açmasam, gecelenmesem

Yaşamam mümkün mü bu topraklarda?

Kirman / Hasan Ulaş  






Kadıköy Life dergisi, 
Ekim 2016
https://www.kadikoylife.com/hasan-ulas-siir-kendi-debisine-sahip-olmali/


8 Temmuz 2016 Cuma

Celil Oker : Türkiye, polisiye edebiyata uzak bir ülke değil. / Röportaj - Yeliz Şenyerli

                                                                       CELİL OKER
                               “ TÜRKİYE, POLİSİYE EDEBİYATA UZAK BİR ÜLKE DEĞİL “

      

                 “Hem yüzde yüz yerli hem de yüzde yüz polisiye bir roman yazmak istiyorum.”
          Celil Oker dendiğinde akla ilk gelen, polisiye roman yazarlığı yönüdür. Çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığı uğraşları bugünlere getirmiş meğerse onu. Kalemine bir de onun incecik mizah yönü eklenince, kitaplarını okurken kendini hafif bir tebessüm içerisinde bulur okuyucu.
          Kitaplarının ana kahramanı Remzi Ünal vardır ki hiç sormayın. Türk Hava Yolları’ndan kovulmuş kendine saygılı emekli bir pilottur kendisi. Para kazanmak adına yaptığı özel dedektiflik işinde ise, hiç öyle suçluları cezalandırmak, adaleti kurtarmak gibi dertleri yoktur. Hayata karşı sakin ve alaycı tavrı, aynı zamanda kendine özgü mesleki  teknikleri vardır onun. Okurken aynı zamanda hayal edebilirsiniz  onu.
          İstanbul’un bütün sokaklarını adım adım gezersiniz Oker’i okuduğunuzda. Romanlarının yanı sıra yazarın okuyucuya sunduğu hikaye kitapları da var.
          Yaratıcı yazarlıktan polisiye romancılığına kadar pek çok konuya değindik röportajımızda. Emekli pilotumuz Remzi Ünal da yokluğunu hiç hissettirmedi. Söyleşimiz boyunca hem konuştuk hem İstanbul sokaklarını dolaştık sanki.

                                                                                                                                                                                                                                                                              Yeliz ŞENYERLİ

İlkokuldan beri yazmayla ilgili bir iş yapacağımı düşünüyordum,
Hep yazdım, başka bir şey yapmadım

Roman yazıcılığınızın çok öncesinde çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığı ile ilgilenmiş olmanız, size roman yazıcılığı konusunda içsel bir derinlik sağladı mı?

- Elbette, ilk ikisi bana derin ve kalın bir geçmiş getiren eylemler değildi; fakat on beş – on altı sene reklam yazarlığı yaptım. Her üçünde de şu durumla karşı karşıyasınız; yazdığınız yazılar, siparişlerin sonucu. Gazetecilikte son tahlilde patronunuz kimse, sana : “ Git şunu hallet, şu haberi kovala, şunu araştır! “ der. Gider onu yaparsınız. Bu kimse size siparişi verirken aynı zamanda bir teslim tarihi de verir. Çünkü eğer zamanında getirmezseniz, hiçbir işe yaramaz. Sipariş ve teslim tarihine riayetin ne olduğunu; çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığında öğrendim.

Peki siz yazarlık bağlamında kendinizi ilk ne zaman keşfetmeye başladınız?

- O bir keşif mi bilmiyorum; ama ben ilkokuldan beri yazmayla ilgili bir iş yapacağımı düşünüyordum, biliyordum ve istiyordum; ama işin komik tarafı, yazmayla ilgili neler yapılacağını tam olarak bilmediğim için ve reklam yazarlığı diye bir meslekten haberdar bile olmadığım için, yazıyla ilgili bildiğim iş olan gazetecilik diye hazırladım kendimi. Onu yazarak yapıyorsunuz. Yaratıcı yazarlığa da babam: “ Ya Celil, iyi güzel de bu yaratıcılık futbolculuğa benzer. Çok sayıda insan vardır bu işi yapan; ama dikkat et, bir elin parmakları kadar insan sivrilir. ” dedi. Dolayısıyla onu bir meslek olarak görme şansını kendimde tanımıyordum; ama esas gazeteci olurum zannediyordum. Gazetecilik de yaptım çok kısa bir süre. Hakiki bir gazetecilik sayılmaz o ya da kendime gazeteci dersem, günümüzün gazetecilerine hakaret etmiş olurum. Dolayısıyla hep yazı yazdım, başka bir şey yapmadım.

Bülent Erkmen’in yaptığı işin bir parçası olmak, bence çok önemli ve keyifliydi

 Tasarımını Bülent Erkmen’in yaptığı; Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, siz ve Pınar Kür’ün art arda yazdığı Beşpeşe isimli roman kitabınızın hikayesi anlatır mısınız bize?

-Tabii ki anlatırım. Bülent Erkmen, Türkiye’nin en iyi grafik tasarımcılarından bir tanesi. Büyük saygım olan bir abimdi. Gerçi profesyonel hayatta kendisiyle birlikte çalışmadım; ama bir iki sunumunu gördüm ve kendisine hayranlığım o zamandan. Uzun bir süredir; iki yılda bir Nesne Kitap dediği bir şey yapar. Burada ortaya bir kitap çıkar; ama esas mesele, o kitabın bir grafik tasarım unsuru olarak tasarlanmasıdır. O seneki projesi de Beşpeşe idi.  Beş yazara dedi ki : “ Biz birlikte roman yazacağız, kurallar şudur: Birinci yazar arkadaş ki Murathan Mungan başlayacak. O bitirdikten sonra ikinci yazara sıra gelecek, Faruk Ulay’a.  O da birinci yazarın yazdıklarını okuduktan sonra kendisi nasıl devam etmek istiyorsa öyle devam edecek. Sonra üçüncü yazara geçecek. Ben dördüncüydüm. Benden sonra da Pınar Hanım, Pınar Kür vardı ve her birimizin iki aylık süresi vardı dosya elimize geldikten sonra. Sözcük sayısı da herkes için eşitti.  Ayrıca siz, öbür arkadaşınız yazdıktan sonra kendi yazdığınız yazıyı geri dönüp değiştiremiyordunuz ve sizden sonraki yazarın yazdıklarından haberdar olamıyordunuz. Bu projenin iki yönü vardı. Birincisi, o kitabın ilk baskısı. Kapağıyla, tasarımıyla, kağıdıyla ve basım teknolojisiyle. Çünkü kitap tipo basılmıştı. Elinize aldığınızda özel bir his veren bir kitaptı. Bir diğeri, içeriği de bir tasarım sonucuydu; yazarların peş peşe yazması. Ben de buna sevinerek, mutlulukla katıldım. Çünkü  Bülent Erkmen’in yaptığı işin bir parçası olmak, bence çok önemli ve keyifliydi.


Aynı kahraman çerçevesinde bir kitap dizim olduğunu okuyucuya sezdirebilmek için, kitaplarımın isimlerinde paralellik aradım

İlk polisiye romanlarınızın isimlerinde ceset kelimesi hakim. Bunun bir nedeni var mı?

- Biliyorsunuz, benim ilk kitabım Kaktüs Kahvesi, yarışma sonucu yayınlandı. Oğlak Yayınları, yayımlanmamış polisiye roman yarışması düzenledi. Bunun en keyifli armağanı da, birinci gelen kitabın basılıyor olmasıydı. Ben de yarışmaya katılımımı yaptım ve jüriye teşekkür ederim, beni seçti. Son gün kitabı yazma işini bitirdim; ama adı olması lazım. Ben de Çıplak Ceset olsun, dedim. Çünkü kitabın içinde, öldürülen erkek ceset çıplak bir haldeydi. Ardından edebiyat dünyasında kalıcı olacağımı göstermek için, büyük bir hızla ikinciyi yazdım. Oğlak Yayınları, teşekkür ederim onlara. Çok önemli bir şey benim için ve o kitabımı da bastı ve bunların birbirlerini takip eden değil; ama aynı kahraman çerçevesinde bir dizi olduğunu okuyucuya sezdirebilmek için, kitaplarımın isimlerinde böyle bir paralellik aradım. İkinci kitap futbol dünyasıyla yakından ilgili olduğu için adı, Kramponlu Ceset oldu. Üçüncü kitap borsa meselesiyle ilgili olduğundan  Bin Lotluk Ceset; efendim dördüncü kitap da tiyatrocu bir genç kızın ölümüne değindiğinden Rol Çalan Ceset adını aldı. Tam bu sıralarda kendi kendime: “ Tamam, anladık bunlar bir dizi; ama ben kendi kitaplarımdan söz ederken bu isimleri kullanmıyorum. Onun yerine; birinci kitap, ikinci kitap diyorum. Bu işte bir tuhaflık var. Belki de bu cesetli dizi işini değiştirmem lazım. “ O yüzden beşinci kitabımın adı Son Ceset. Dizi, tamamen bitiyor anlamında derken sonraki gelenler, normal kitap adları taşıyor. Bundan sonra da böyle devam edecek.

Remzi Ünal; adaleti kurtarma, suçluları cezalandırma gibi motivasyonları olan biri değil


Kitaplarınızın ana dinamiğini, Remzi Ünal ve onun maceraları oluşturuyor. Remzi Ünal kimdir peki?

- Remzi benim, devletin kabul ettiği hüviyetimdeki adım. Ünal ise, annemin evlenmeden önceki soyadı ve ben bu Remzi Ünal’ı, polisiye olmayan gençlik hikayelerimde birkaç kere kullanmıştım. O eski Remzi Ünal’ı, buranın kahraman dedektifi Remzi Ünal yaptım. Bu dedektif  Remzi Ünal, Türkiye’de resmen olmayan bir mesleğin yürütücüsü.  Edebiyat dediğimiz şeyin uydurmalığının en üst noktasında, olmayan bir mesleği yürüten bir adamdan söz ediyoruz (gülüyor).
Remzi Ünal, bir emekli pilot. Emekli Türk Hava Yolları pilotları; eskiden sivil havacılık eğitimi imkanı yokken, çoğunlukla Türk Hava Kuvvetleri’nin emekli savaş pilotlarından oluşurdu. Bizimki de öyle anlaşılan bir pilot biliyorsunuz. Çok ilginç bir tiptir. Bir uçağa bindiğinizde de eğilir, bakar nasıl birisiniz diye. Dolayısıyla pilotlar; hayat, savaş – ölüm yani risk meselesiyle yüz yüze olan insanlar. Sivil havacılık pilotları da böyledir. İki yüz – üç yüz kişinin hayatının sorumluluğunu taşırlar. Uçak kullanmak da bir tür mühendisliktir aslında, her şeyi hesap kitap işidir. Bunları yerine getirirler, dünyayı görmüşlerdir. Dolayısıyla, yerli özel dedektifin özgeçmiş hikayesi için, bana pilotluk uygun bir meslek gibi geldi. Dolayısıyla onu eski bir pilot yaptım. Kendi mesleğine ilişkin tutumuna gelince Remzi Ünal, hiç öyle adaleti kurtarma, suçluları cezalandırma gibi motivasyonları olan biri değil. Genellikle işini yapmaya dolayısıyla parasını kazanmaya bakıyor ve aslında kitapların başındaki bütün dedektif  işleri; küçük, uyduruk, cinayet olmayan, polisin dahil olmayacağı işler oluyor; ama ben, yazdığım şeylerde bir polisiye edebiyat meselesi içinde olduğum için, işler hiç yolunda gitmiyor. Mutlaka biri öldürülüyor ve bu iş, Remzi Ünal’ın başına kalıyor. O, birazcık kendi kuyruğunu kurtarmak için mecbur kalıyor bu işi kim yaptı onu çıkarmaya. Dolayısıyla sonuna kadar gidiyor.

Peki bir dedektif  böylesi zor bir durumdayken neden telefon kullanmaz?

- Efendim, bunun dramatik hikaye anlatma ilkeleriyle ilgili bir nedeni var. Onu, titizlikle yapmamı gerektirecek bir neden. Telefon, bir reporting aracıdır. Yani birine, şöyle oldu böyle oldu diye anlatırsınız. Bir dramatik hikayede bazı olayların report edilmesi, doğru bir şey değildir teknik açıdan. Okurlar, romanlarda da okurlar. Filmlerde seyirciler, olan biteni kendi gözleriyle görmek isterler, olmak isterler. Oysa telefonda hiç kimse, bir şeye şahit olamazO yüzden benim kitaplarımda Remzi Ünal, rapor almasın ve rapor vermesin diye yanında cep telefonu taşımıyor.  Yanında cep telefonu olsa, normal hayatın dinamikleri onu, cep telefonu kullanmaya itecek. Dolayısıyla yanında taşımıyor; ama bir iletişim meselesi de olduğu için ev telefonunu kullanıyor.
Bir de eskiden araç telefonu vardı; ama araç telefonuna servis sağlayan şirket bu servisi kesince konuşamıyorsunuz. Dolayısıyla Remzi Ünal, bir tane kötü cep telefonu aldı. Onu arabasında tutuyor ve ona, araç telefonu muamelesi yapıyor. Çünkü telefonu eski olduğu için sürekli arabanın şarjına bağlı olması lazım. Oradan çıkarsa bir işe yaramıyor. Öyle bir ara çözüm buldu. Bunun temel nedeni, dramatik hikaye anlatma tekniğinin bana öğrettiği bir şeydir. O yüzden cep telefonu kullanmaz. Adama sorarsanız, çünkü kitabın bir bölümünde soruldu ona; karakterin kendisinin mizah tarzı da şu; bizim meslekte insanın iki elinin de boş olması lazım. O da bir izah tarzı.


Remzi Ünal ve ben, karakter özellikleri açsından çok benzeşen insanlar değiliz

Yazarlar, kendilerini olduğu gibi anlatamadıklarından dolayı mı kitaplarında bir karakter üzerinden yola çıkmayı seçerler, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Remzi Ünal ve ben,  karakter özellikleri açısından çok benzeşen insanlar değiliz. Çünkü o adam, bir polisiye roman dizisinin ana kahramanı. Belli şekilde var olması ve belli şekilde davranması lazım. Ben ise son derece domestik bir öğretim görevlisi hayatı yaşıyorum. Ondan sonra okuldayım, sonra evime gidiyorum. Yani öyle ne polislerle ne cesetlerle ne delillerle alakam yok. Zaten benim temelde karşı çıktığım yazarlık anlayışının bir ucunda da bu var. Bazı insanlar zannederler ki, yazmanın yaşamakla doğrudan ve yakından bir ilişkisi vardır. Hayır, eğer öyle olsaydı ben bunları yazamazdım, uyduruyorum bunları. Eğer uydurmanın yolunu bilirseniz, yazdıklarınızı okuduğunda başkalarının size inanacağı şekilde uydurabilirsiniz.


2010 yılında ulusal bir gazeteye verdiğiniz röportajda: “ Yüzde yüz yerli polisiye roman yazmak istiyorum.” ibaresini kullanmışsınız. Yüzde yüz yerli roman yazmak ne demek?

- Efendim, benim kafamdakine göre şudur: Bir kere yüzde yüz yerli derken bir şeyi unutmamak lazım; bir kavramın her zaman iki ucu vardır. Onun bir ucuna fazla giderseniz tehlikeler başlar. Belki orada eksik söylemişimdir. Aslında hem yüzde yüz yerli hem de yüzde yüz evrensel bir polisiye yazmak istiyorum. Herhangi bir şeyin bu iki ucunu aynı anda birleştiremezseniz, can sıkıcı bir şey olabilir. Yüzde yüz yerliden şunu kast  ediyorum: Türkiye polisiye edebiyata, polisiye sinemaya uzak bir ülke değil; ama söz gelimi işin içine kamu adına katilleri kovalayan insanlar girdiği zaman, birdenbire nasıl oluyorsa gerçeklik hissi yerlerde sürünüyor bana göre. Esas olmayan bir adamı anlatma gerekçem bu; ama öbür taraftan da Batı’nın bir polisiye edebiyat tutumu, tarifi, gelişimi var. Hem bütün olaylar Türkiye’de olsun hem de bütün olan bitene insanlar, Türk tipi tepkiler versin, Türk Tipi davransınlar. Diğer yandan polisiyenin evrensel kurallarının hiçbirini göz ardı etmeyelim.  Temel derdim bu. Orada tek yanlı vurguladıysam eğer benim hatam.



Yaratıcılık, bazı tekniklerle sonradan geliştirilebilecek bir kavram

Okulumuzdaki atölye çalışmanızda; yaratıcılığın sadece doğuştan değil, sonradan öğrenilebildiğinden bahsetmiştiniz  Bu savınız için dayanaklarınız  neler?

-Buna şiddetle inanıyorum. Yaratıcılığın, futbolculuğun, gazeteciliğin doğuştan geldiğine inanış, romantisizm akımının bir ürünüdür. Bu yaklaşımla müthiş sanat eserleri çıkmıştır ortaya, katiyen itiraz etmiyorum; ama bunu evrensel bir gereklilik olarak sunmanın, özellikle genç yazarıcı niyetli insanlar için çok alçakça bir ideolojik saldırı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu akım şöyle der; sizde doğuştan bir yaratıcılık yoksa ne yaparsanız yapın, yaratıcı işler yapamazsınız. Bu çok alçakça bir şey.  Ben bunun tam aksine yaratıcılığın, fikir bulmanın, fikri bulduktan sonra geliştirmenin öğrenilebilecek yolları, teknikleri olduğunu düşünüyorum. Yaptığım bütün atölye çalışmalarında ve senin gibi genç insanları beni dinlemeye hazır bulduğum zaman, meselenin bu yönüne vurgu yapmaya çalışıyorum. Çünkü sizlerden herhangi birine; senin yaratıcı olup olmadığın sen daha doğmadan önce belirlenmişti demenin, dünya üzerindeki en büyük haksızlıklardan biri olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bunu, her gittiğim yerde şiddetle tekrarlıyorum.

Yaratıcı yazarlık yönünüze değinecek olursak, sizce kimlere yaratıcı yazar denir?

- Yaratıcı yazarlık; eseri yazan kimsenin yaratıcı yazarlık niteliğiyle ilgili değil, işin kendisiyle ilgili. Dolayısıyla gerçekte olmamış şeyleri olmuş gibi insanlara yutturan, uyduran insanların hepsi yaratıcı oluyor.


 İnsanlar, bilmedikleri bir sürü şeyi yazarak öğreniyorlar

Metin Yazarlığı dersinizde Kibrit Kutusu Kullanma Kılavuzu yazdırdığınızdan, yaratıcılığın sınırlarını zorlayan isim olarak anılıyorsunuz.

- Reklam yazarlığının daha birinci dersine öğrenciler, bazı ilizyonlarla geliyorlar. Dünyayı değiştirecek reklamlar yapacağız, sloganlar yazacağız diye. Tamam, bunları yapabilirsin; ama reklam yazarlığının tek işi bu değil. Öğrencilerime, bunu göstermek için yazdırdım. Özellikle ajanslarda çırak yazarlara en çok verilen işlerden biri, kullanma kılavuzu yazmak. Çünkü bir elektronik ürününüz olduğu zaman, bunu yazmanız lazım. Şu anda tüketici yasaları da bunu mecbur kılıyor. Yani herkesin bildiği çok basit ürünleri bile yanında kullanma kılavuzuyla vermek zorundasınız. Hayatımızdaki en basit ve bildiğimizi zannettiğimiz şeyler için kullanma kılavuzu yazın dediğim zaman genç arkadaşlar hayatlarında ilk defa, bu kibrit nasıl çakılıyordu diye düşünmeye başlıyorlar. Kibriti ellerine alıyorlar, bakıyorlar, yazıyorlar. Bilmedikleri bir sürü şeyi, yazarak öğreniyorlar.


Çocuklar oynuyordu. Bir - iki kadın pencereden laflıyordu. Üniversite öğrencileri yürüyordu. İnşaat malzemeleri satan adam dükkanın önünü süpürüyordu. Bir evden Tarkan’ın sesi geliyordu. Öyle olurdu. Ölenler ölür, gömülenler gömülürdü. Onlar ölürdü, biz yaşardık.
Celil OKER





                                       Yeliz Şenyerli - Sinada Dergisi / Sayı 12
                                                    Haziran - 2016
                                     Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Erdal Güney: Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir. / Röportaj - Yeliz Şenyerli

ERDAL GÜNEY
        “SANAT; KENDİNİ AKADEMİK, KURAMSAL OLARAK ÜRETMEK ZORUNDA”




'' Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir ve daha çok kendimi orada ifade edebilirim. ''
Biliyorum ... Ne yazsam ne söylesem içimde bir yerler yine de hep biraz eksik kalacak. Onun Anamurlu olmasının getirdiği Akdeniz ruhunu halk müziği eserlerinde ebedileştirmesinden tutun da dizi, film ve belgeseller için bestelediği müziklere kadar.
Toplumla olan bütün bu duygu alışverişlerinin yanında ona hiçbir zaman sırtını dönmeyişini, toplumun temel sorunlarını kendine dert edişini öğretici yönünden de çok açık gözlemleyebiliyordunuz aslına bakılırsa. Yurt dışında verdiği müzik eğitimlerinin yanı sıra Türkiye'deki film tasarımı bölümü öğretim görevlisi kimliğiydi öğretici yönü tamlamamın altında yatan mana.
Benim de üniversitede öğrencisi olabildiğim ve işine saygı duyup layıkıyla yapabildiğini gördüğüm nadide insanlardan. Derslerinde anlattığı bilgileri öğrenme çabanızdan çok çok öte bir duygu da kendinizi üyesi olduğunuz o sınıfta gerçekten bir birey gibi hissedebilmeniz, kendinize olan saygınızın yanında topluma faydalı gençler olabileceğiniz duygusunu içinizde duyabilmeniz.
Sadece geçerken hızlıymış zaman dediğiniz... Henüz küçük bir kız çocuğuyken besteleriyle büyüyüp kocaman olduğunuz güzel bir yüreğin henüz adını dahi bilmezken, yüzünü fotoğraf karesinde dahi görmemişken melodileriyle gönlünüzde yer etmesi gibi; sonra bir gün hayatınızın bir kesitinde ona, içinizdeki en masumane öğrenmeye, yaşamı keşfetmeye meraklı haylaz bir çocuğun sesinden öğretmenim diyebilmeniz gibi.



           Yönetmenler, kurgu denen bir sinemayı var eden unsuru oluşturduktan sonra bitmeyen bir kurgu sürecine giriyorlar ve her defasında bu; filmin metronomuyla, zamansallığıyla, hikaye anlatma biçimiyle, akışıyla ilgili yeniden bir düzenleme demek oluyor. Zaman sıkışıklığının bizdeki tezahürü bu oluyor.
      
     “Birçok yönetmenin sinemasal sorunu, müzikle olan gerçeklikle de açıklanabilir. Müzik, sinemasal gerçekliği kırar, diye düşünülebilir.”
Anamur'dan dünyaya açılan bir yolculuğun içerisindesiniz. Müzikle çok küçük yaşlarda tanışmışken, neden iktisat fakültesini tercih ettiniz?
Müzik bende, aile ve çevre gibi daha geleneksel bir yere oturuyordu. Müziğin hayatımı idam ettirebileceğim bir alan olmasını öngörebilmem mümkün değildi. Üniversiteye hazırlık sürecimde de iktisat, hukuk ve siyasal benim ilgi alanlarımdı. Bizim dönemimizde, üniversite tercihleri biraz muamma bir durumdu. Yani herhangi bir hukuk, siyasal ya da iktisat fakültesi olabilecekken sıralamaya hangisi geldiyse onu okumak zorunda kaldım; ama isteyerek okuduğum bir alandı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi.
Güney Türküleri, Yakımlar, Aşkiya, Bir Kıyıdan gibi solo albümlerinizin yanında Köprüler ve Perihel gibi enstrümantal albümleriniz de var. Böyle bir sürecin içerisindeyken, dizi ve film müziği yapmaya nasıl karar verdiniz?
Türkiye'de bir sürü şey, sizin planladığınız zeminde yürümüyor. Ben daha çok yurt dışında yaşarken albümlere yoğunlaştım. Halk müziği ve bağlama dersleri vermek üzere yurt dışında bulunmuştum; Berlin'de, bir dönem de Fransa'da. Türkiye'ye daha da yoğunlaşmaya karar verdikten sonra çevresel etkenlerle, arkadaşların önerileriyle beraber bazı dizi ve filmlerin müziklerini yapmaya başladım.Doğal olarak o yönden üretim biraz belirmeye başladı. Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir ve daha çok kendimi orada ifade edebilirim. Bu, işte böylesi bir davetle başlayan bir serüven; sinema filmlerine, belgesel müziklerine ve beraberinde de enstrümantal çalışmalara biraz daha cesaretli yoğunlaşmamı sağlayan etmenler.

Sizce bir müziğin filmdeki yeri ne olmalıdır ve müzik, bir filmde ne ölçüde kullanılmalıdır?
Duyulmayan ses olması daha arzulanır müzik için ya da müziğin daha az kullanılması; fakat filmin türü, neyi anlatmak istediği ve yönetmenin kendini nasıl tarif edeceğiyle beraber, müzik bir kullanım özelliğiyle o filmin içinde yer alabilir. Çok genel doğrular ve sınırlılıklar çizilmesi, kendine ait dinamiği ve estetiği olan bir sanat dalının yani müziğin, bir başka sanat dalıyla kurmuş olduğu ilişkide, çok daraltılması anlamına gelir; fakat sorun şu ki, müziği bir başka sanat dalıyla ilişkilendirdiğinizde; saf bir müzik olma özelliğinden uzaklaşıyor. Yani görüntünün, dramaturji’nin, karakterin, olayın ve daha birçok sinemasal parametrenin kendini tarif etmesi üzerine müziği kullanmak mümkün. O yüzden, çok fazla net yanıt verilmesinden imtina etmek gerekir; fakat bir sinema filminde yapılan hatalarda, çekim sorunlarında; atmosfer etkilerinde, oyunculuğun açığa çıkmasında sorun varsa eğer genellikle oralarda müzikten yararlanmaya çalışan yönetmenler var. Çok kötü örnekler üzerine doğru bir estetik algı, akım ya da boyut oluşturmak çok fazla mantıklı değil. Sinema, sanatsal dinamizmi açısından biraz böyle bir sanat dalı. Yani bundan elli yıl önce yapılan bir film ve anlatım dili, bugün bambaşka bir yere tekabül ediyor ve gelecekte yapılacak sinema filmlerinin anlatım dillerinde de yeni, sürpriz, heyecan verici başka buluşlar ve yaklaşımlar da mümkün olabilir; fakat bir sinema filmi, bence müziğe neden ihtiyaç duyduğuna ancak o filmin kendi içinden yanıt üreterek müzikle faydalı bir ilişki kurabilir. Birçok yönetmenin sinemasal sorunu, müzikle olan gerçeklikle de açıklanabilir. Müzik, sinemasal gerçekliği kırar, diye de düşünülebilir. Daha popüler kaygılarla, eğlence kaygılarıyla yapılan filmlerde; müziği günlük hayattaki tüketim ve eğlence ihtiyacıyla ilişkilendirdiğinizde, müzikten bağımsız konuşmak çok fazla mümkün değil. Çok yoğun kullanılıyor; fakat yönetmen sinemasında müzik; çok daha doğrusal, çok daha faydalı, filmin atmosferini bozabilecek etkilerden uzak, fayda sağlayabilecek bir yerde kullanıldığında çok başarılı sonuçlar alınabiliyor.
     
  Dramaturji: Dramatik bir yapıtı oluşturacak olan ana ögeleri bulma ve bunları düzenleme tekniği.

Sinemasal döngüde, 'iyi müzik' ve 'kötü müzik' denen bir algı var mı sizce ?
İyi müzik ya da kötü müzik yok bence; müziğin doğru kullanılması, nerede başlayıp nerede bittiği, neyi ifade edeceği çok önemli. O anlamıyla müziğin sadece işitsel bir düzeyde değerlendirilmesi başka bir durum, bunu reddetmek mümkün değil. Bir filmde etkileyici bir müzik dinlenilmesi filmi yorumlamak açısından etken; fakat bu aşamadan daha önceki aşamada; müziğin nerede, nasıl ve neden kullanıldığına yanıt bulmak, sinema açısından müzik kullanımı üzerine konuşursak daha önemli.
Peki siz bir film çekmek isteseydiniz, filminizde müziği nasıl kullanırdınız?
Buna yanıt vermek gerçekten çok zor. Benim yazdığım senaryolar var ve bunlar, bir olanağını bulursam çekmeyi arzuladığım senaryolar; fakat müziği konusunda hiçbir şey düşünmedim; ama eğer düşünecek olursam, yazdığım senaryo ve film dilinden yola çıkarak kendimi ifade etmeye çalışırsam, bir Akdeniz melodramı daha çok benim iç dünyamda. Filmin içinde kaynak olarak, diegetik olarak görebileceğimiz müzikleri tercih ederdim; fakat genel atmosferi tarif etmesi konusunda müzikle ilişkiyi kurardım çünkü Akdeniz, müzikle çok ilgili bir coğrafya. Onun dışında, filmin içinde oluşturabileceğim leitmotiv unsurları desteklemek üzere, mümkün olduğu kadar müziğin leitmotiv özelliğinden faydalanmayı isterdim.
        
           Diegetik: Çekimin yapıldığı yerden kaynaklanan müzik türüdür. Pikap veya radyonun sesi, rüzgârın uğultusu, telefonun çalması buna örnektir.Kaynak müzik de denir.
         Leitmotiv: Yapıt boyunca yinelenen düşüncenin, durumun ya da duygunun ayırt edilmesine yarayan bir müzik terimidir. Wagner operaları ve Tarkovsky sinemasındaki leitmotiv unsurlar bu türe örnektir.


Müzisyen bir terzi değildir;
Film, bir çıplak beden değildir.

Yönetmenle film müziği bestecisi arasındaki diyalog sizce nasıl olmalıdır, yönetmenle aranızda bir anlaşmazlık olsa bunu nasıl çözersiniz?
Orada, Türkiye üzerinden konuşmak çok sancılı. Yani yönetmenleri de kategorik bir yere sıkıştırmak çok doğru değil aslında; fakat benim çalışğım birçok yönetmenle aramda çok enterasan, sinemanın ötesinde dertlerle ilgili “çatışmalar” yaşanır. Bunun bir tarafı, işin yapılabilme durumuyla ilgili. Çünkü yönetmenler, kurgu denen bir sinemayı var eden unsuru oluşturduktan sonra bitmek bilmeyen bir kurgu sürecine giriyorlar ve her defasında bu; filmin metronomuyla, zamansallığıyla, hikâye anlatma biçimiyle, akışıyla ilgili yeni bir düzenleme demek olabiliyor. Kurgu değişiklikleriyle birlikte müziği de tekrar tekrar değiştirmek, kesip biçmek, benim için ciddi bir problem. Bu anlamıyla zaman sıkışıklığının bizdeki tezahürü bu oluyor. Yönetmene hizmet etmek zorunda olduğumuz için buna itiraz edemiyoruz. Bu, bizim üretimimizi ciddi anlamda bloke eden bir şey. Diğeri; yönetmenlerin film boyunca üretmiş oldukları mizanseni, hikâyeyi ve atmosferi müzikle beraber gördüklerinde tatmin olmayan iç sesleri ve müzisyenden bu iç sesi açığa çıkarmasını bekliyorlar. Bu bir sihirbazlık hali ve müzisyenin işi sihirbazlık değil. Yönetmen, filminin çekim aşamasından itibaren müziği nerede, nasıl kullanabileceğini eğer yapısal ve işlevsel yönleriyle açığa çıkartabilirse; iş, müziğin nerede başlayıp nerede biteceği konusuna varıncaya kadar önceden netletmiş olabilir. Tabii ki müzik daha çok post prodüksiyon aşamasının bir işi. Tabii ki biz, senaryo ve çekim aşamasından filmin içine dahil olabilmek için yoğunlaşırız; fakat sonuç olarak kurguyla, bitmiş nihai kurguyla beraber çalışılması gerekli olan bir alandan bahsediyoruz. Onun dışında, yönetmenlerin müzikle ilgili çok kült, çok yüksek örneklerle beraber beklentilere girmesiNe demek istiyorum? Yönetmenin bildiği sekiz-on tane film vardır, yirmi tane yönetmen vardır, işte on tane müzisyen vardır ve oradan bir şeyleri çağştırmaya çalışır. Mesela referans örnekler verirler bize. İşte o filmdeki gibi, şu müzik türündeki gibi. Bu tür şeyler çok yıpratıcı çünkü ben hiçbir yönetmene sen hangi mizanseni nasıl çekeceksin, ne kullanacaksın, diye sorma haddini bulamıyorum kendimde; fakat akademik bir yerden de yaklaşğın zaman senin nasıl çekeceğin, nasıl ölçekler ve planlar kullanacağın; mekanları nasıl tarif edeceğin, dilinin ne olacağı konusu, benim müzik yapmamı etkileyebilecek unsurlar.
.
Müzisyen bir terzi değildir. Film, bir çıplak beden değildir ve müziğin, bunu giydirmek üzere bir fonksiyonu yoktur.Biz genellikle Türkiye'de, sinemada ve müzikte yoğun olmak üzere filmin kendi oluşturmuş olduğu sorunları gidermek üzere yaptığımız sanatsal işlerle var oluyoruz. Bu, sanatsal bir üretim olmaktan öte bir şeyi tarif ediyor ve bunun yaratmış olduğu sorunları telafi etmek üzere bir çalışma yapıyoruz.Bu da, akademik anlamda bir derinleşmeyi sağlamıyor. Sanat, kendini akademik bir kuramsal olarak da üretmek zorunda. Türkiye'deki sinemanın yıllardır ve yıllardır çözemediği temel sorun bu. 
Bunun yapılma işiyle ilgili bir sorun var, yaşadığımız toplumun kültür politiğiyle ilgili bir sorun var, iktidarların sizinle ve sanatla kurduğu bir ilişki var. Kültür Bakanlığı denen bir şey var mesela bu ülkede, bizim vergilerimizde ifade edilmesi gereken, kültürel ve sanatsal çalışmaları desteklemesi gereken bir alan var. Tüm bunlarla beraber büyük bir muammadan bahsediyoruz aslında.
Diğer yönüyle beni en çok rahatsız eden, yönetmenlerin sürekli zekâ pırıltısı peşinde koşup basit, sade yapılması gerekeni karmaşık hale getirmeleri; fakat yönetmenin kendini parlak ve çok ayrıksı, yani ayrı bir yere oturtuyor olması, benim için çok anlaşılır bir şey değil. Türkiye'deki yönetmenlerin büyük bir çoğunluğu böyle, bu bizim kültürümüzün de katmış olduğu bir hâl herhâlde. Böyle her şeyi anlayan, çok zeki, her şeyi çözen, her şeyle ilgili olan bir tipoloji yaratıyorlar. Öyle değiller aslında, hiçbirimiz öyle değiliz; ciddi bir emek organizasyonu, ciddi bir sanatsal edim formasyonu olmadığı sürece. İşte öğrencilerimiz de setlere gidiyor ve oralarda bir sürü bağırış çağırış...
Saatlerce çalışıp paralarını bile alamayan, emeklerinin karşılılığını alamayan insanlar oluyor. Öbür taraftan da benim uzun süre çalışğım iki tane film vardı bağımsız sinemaya destekçi olalım diye ve hiçbir maddi gerekçe görmeden, talep etmeden. Yönetmenleri mutlu edemeyip daha sonra onların kafalarında değişen bazı şeylerle beraber sizin o aylar süren çalışmanızı bir anda yok etmeleri hadsizliğini de yaşadık. Bu da insani anlamda bir travma oluşturuyor. Ben çok yetenekli olduğumu düşünmüyorum; fakat bununla ilgili bir formasyon edinmişsem, buna ait müzik üretme şansım olabilir. Bu, müziğin kendine ait ruhuna, dokusuna uygun düşmeyebilir, bu bir talihsizlik olabilir. İyi ya da kötü olmasının ötesinde bir şey bu. Sanatsal üretimlerde böyle denk gelmeyen, uygun olmayan anlar yaşanabilir; fakat bundan sonra da bir hayat devam ediyor.
Sanat; ahlaki, etik, insan sevgisi, doğa sevgisi diye tarif edilir; ama enteresan bir şekilde bunun üretim aşamasındaki kargaşa, çoğu yönetmenle kurulan çatışmanın ana dinamiğini oluşturan bir durum. Onun dışında çok başarılı örneklerde var tabii yani. Kafasını, mantığını, ne yapacağını bilerek ona göre kullanan yönetmenler; zaten o süreç içerisinde açığa çıkıyor. Örneğin, siz yağmur damlasını müzikal bir ses olarak film boyunca kullanmak istiyorum, derseniz ve filminizde bu açığa çıkarsa, o gerçekten doğru bir yaklaşımdır ve doğru yapılmış bir iştir, olabilir; fakat ne yapacağınızı bilmediğinizde; işte oraya nasıl müzik çalışalım, oraya böyle mi yapalım, bu daha mı etkileyici olacak, seyirciye mi çalışalım, filmin içine mi çalışalım ayrımlamalarıyla beraber, birçok kötü örnekle de karşılaşmak mümkün.

Post Prodüksiyon: Yapıtın, yapım süreci ile izleyiciye sunuluş süreci arasındaki kurgu, seslendirme, birleştirme, basım ve çoğaltım gibi süreçlerini kapsayan bir terimdir.


     Bugün yaşadığımız çağın dilinde sanatın fonksiyonları, biraz daha toplum ve sanat ikileminin dışına çıkmaya başladı.
Yaşadığınız bütün bu talihsizlikleri, toplumsal bilinç sorunsalına bağlayabilir miyiz? Popüler kültürün rolü, sizce bu bağlamda nedir?
Toplumsal bilinç, topluma ait bir sorun değildir tek başına. Biz örgütlü bir hayatın içinde yaşıyoruz ve bunun temel kapısını tutan da devlettir. Eğitim sorunu örneğin; siz ilkokuldaki çocuklara müzik dersi vermezseniz, konservatuarları daha yaygın açmazsanız, koro ve tiyatroları kapatırsanız, insanların müzikle yaşamalarını sadece popüler ve endüstriyel bir kültür alanına hapsederseniz; doğal olarak sanat, biraz sanat hakkında bilgi sahibi olan insanların konu olabileceği bir şey olur. Entelektüel bir çabadır bu. Bunu kutsamak açısından söylemiyorum; fakat sadece eğlenceye dönük ve insanların günlük hayatı sorgulamalarına engel olabilecek bir üretimde bulunuyor iseniz, doğal olarak bu yapıyı da bu hale getirmişsiniz demektir. O anlamıyla popüler kültür, politik bir şeydir aslında. Popüler kültür eleştirisini, değerlendirmesini bunun üzerinden yapmak daha doğru. İnsanların günlük hayattaki tüketimlerine sanatı bir araç olarak, metasal bir değer olarak koymaya çalışan ve buradan hayatını idam ettirip ''varsıllaşmaya'' çalışan birçok insan var.
Siz böyle bir durumda bir müzisyen olarak toplumla ne tür bir iletişim kurmayı tercih edersiniz?
Toplumla çok ilişki kurma derdinde değilim. Şundan dolayı; çünkü çok sevdiğim yazarlar, romancılar, şairler, sinemacılar, benimle ilişki kurmuyorlar. O yüzden hayatla ilişki kurmayı önemserim ve benim yaşadığım hayata daha geniş bir çerçeveden, başka bir bakış açısıyla bakabilmeyi, biraz da kendime dönük rehabilitasyonumu sanat yoluyla yapabilmeyi isterim. Bunu yapmayınca bir kıymeti yok zaten.

Bu noktada ben sanatımı sanat için yapıyorum, diyebilir misiniz?
Yok, hayır. O da artık bu postmodern dünyada kavramsal olarak bir sürü şeyin birbirine geçişgenliğine neden olan bir dönem oluşturdu. Yani sanatı, tabii ki sanatsal parametrelerle yaparsınız ve benim derdim tabii ki iyi müzik yapmak. Doğru makamlar, doğru sesler, doğru orkestrasyon, doğru ifadeler oluşturmak, sanat için yaparsınız bunu; fakat bununla beraber yaşadığınız hayatın bütün katmanlarında, bütün derinliklerinde nüfuz bulan, nefes alan varlıklarız biz. Şimdi aşk dediğiniz mevzu, iki kişinin yaşadığı bir ilişki değil. Doğayla, hayvanla, toplumla, ülkemizle, insanlıkla kurduğunuz bir sürü daha katmanı tarif edebilir ve bunun çok fazla örneği vardır tarihsel olarak. Bunu üreten, bunu çok daha estetize eden unsurlar, kişiler, olaylar vardır. Ben bu anlamıyla da yaşadığım toplumla paylaşmak isterim bunu. O yüzden toplumsal karşılığı vardır; fakat toplumsallıkla protest ilişki arasında bir fark var. O anlamıyla sanat, sanat için midir; sanat, toplum için midir tartışması, tarihsel olarak başka bir dönemde açığa çıkan bir tartışmadır. Toplumsal gerçekçi yaklaşım, bunun biraz daha ateşini artırmıştır deyim yerindeyse; fakat bugün yaşadığımız çağın dilinde sanatın fonksiyonları, biraz daha toplum ve sanat ikileminin dışına çıkmaya başladı.
Sizin toplumsal açıdan başarılı bulduğunuz filmler var mı, bu çok iyi filmdir dediğiniz?
Benim enlerim yok. Yani eminim birçok film var; fakat şu film beni çok etkiledi demek, benim biraz da zamanımla, tarihselliğimle ilgili bir önem kazanıyor. Örneğin; Elem Klimov'un “Gel ve Gör” filmi, Sovyet savunması ve Nazi subaylarıyla yaşanan savaş. Oradaki bir sahne beni çok etkilemiştir. Kaçarken Hitler’in bir fotoğrafı vardır ve bizim karakterimiz kurşun sıkar o çamura düşmüş çerçeveye ve bir anda çerçeve canlanır, tarih geriye sayılmaya başlar. İşte bir kurşun daha sıkar, Hitler’in çok görkemli olduğu bir dönem; bir kurşun daha sıkar, Hitler’in ilk dönemi; bir kurşun daha sıkar, çocukluğuna gelir ve artık silah sıkmayı bırakır. Yani bu benim için çok etkileyici bir sahneydi. Andre Plus'ın filmleri tabii ki benim için çok önemli, Yılmaz Güney'in filmleri benim için çok önemli. Daha kimi söylesem dışarıda kalacak diye ifade edemiyorum. Filmin ana metni, bana kattıklarıyla çok ilgili. Yoksa bir sinemayı bir tabloya bakar gibi mükemmel bir yorumla beğeni haznenize alabilmenizi ben çok anlayabilmiş değilim yani ben de eğer bunu yapıyor isem, genel olarak biz böyle yapıyor isek. O anlamıyla, böyle bir yanıt vermeyi tercih ederim.


Anamur, Akdenizlik hali benim için çok ayrı, masalsı bir şey.
Peki, siz kendi hayatınızda nelerden beslenirsiniz?
Hayattan beslenmek deyimi, onu nasıl yaşadığınızla ilgili. Yani nasıl yaşamaya çalışıyorum, farkında olmaya çalışıyorum. Bu ülkedeki siyasi ve ekonomik kararlarla, kültürel hayatla, insanların günlük hayattaki tercihleriyle, popüler anlamda tükettikleriyle; fakat öbür taraftan bu ülkenin çiçeğiyle, baharatıyla, mutfağıyla, sporcusuyla, her şeyiyle ilişki kurmaya çalışıyorum. Felsefe, sanat, politika, kültür, bunlar akademik anlamda da hayatı çözümleme noktasında ilgilenmeye çalıştığım alanlar. Onun dışında çevremle çok beslenen bir insanım; arkadaşlarımla, dostlarımla ve Anamur Akdenizlik hali benim için çok ayrı bir şey, böyle masalsı bir şey. Gerçekte bu kadar karşılığı olan şeyler değil; ama ben orada o masalı kurmaya devam edebiliyorum. Sanırım bunlarla ilgili ve emin ol, bunların yanıt verebilecek kadar da farkında yaşamıyorum. Sanıyorum farkına varma çabası ve farkında olmakla, farkında olmadan yaşama arasında pararadoksmuş gibi görünen bir bütünlük var. Onun ikisini beraber yaşamaya çalışıyorum. Soru sorduğun için cevap verdim. Buna çok kendi adıma cevap vermiş değilim aslında.
Dizi, film ve belgesel müziği besteciliğinizin yanında arkeolojik çalışmalarınız da varmış.
Arkeoloji, tamamen bir şehir efsanesi. Arkeolojiyle benim hiçbir ilgim yok. Bu sosyal medya çıktıktan sonra, çok tehlikeli bir şekilde size yapışan şeyler oluyor. Yıllar önce müzikolojiyle ilgili bir alan çalışmasıydı. Benim yan alanım bu, akademik alanım değil; ama memleketimdeki işte Anamur'daki Rumlar, çok farklı kimliklerden Abdallar, Cingenler, beylikten gelenler, Yörükler, o coğrafyada çok derli toplu yaşayan kimlikler mübadele döneminde Yunanistan'a gittiler ve orada, bizim müzikal hayatımıza da nasıl katkıları var, diye merak etmiştim. Tabii bu, başka bir şekilde yansıdı, arkeoloji çalışmaları yapıyor şeklinde ve her araştırmada bana arkeolojiyle aranız nasıl deniyor. Arkeolojiyle hiçbir ilişkim yok tırnak içinde. (Gülüyor)


  Before The Rain filmindeki vurgu; gelecek, beni sürekli geçmişime doğru göndermeye    çalışıyor. Paradoksalmış gibi görünen çember asla yuvarlak değildir

   Zamanı kendi haline bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü ölümlerden bir şey          hissedemezsiniz.
Yani bu noktada İbn'i Haldun'un da dediği gibi, ''Coğrafya kaderdir,'' diyebilir miyiz?
Coğrafya, evet o, kaderdir. Ben kaderci bir insan değilim; fakat orada anlatmaya çalıştığın, mutlak kadercilikle ilgili bir şey değil muhakkak. O çok sıcak ve doğru bulduğum bir şey. İnsanın gelişme aşamasından itibaren sosyokültürel bütün unsurlar; bir çiçeğin ya da bir portakal çiçeğinin kokusu beni her defasında çocukluğuma götürür. Coğrafyamın yağmuru, buranın yağmuru gibi değildir; toprakla bütünleştiği zaman ortaya yaydığı koku, beni çocukluğuma götürür. O anlamıyla, ben o kokuyu var ederim. Doğal olarak bu anlamda mutlaklaştırdığım, estetize ettiğim bana ait olan sesler, tatlar, dokular, insanlar, dağlar, ağaçlar doğal olarak benim vazgeçemeyeceğim bir şey olmaya başladığı için, dönüp dolaşıp yine oraya gidiyorum ve bu haliyle, kendi kaderime dönük bir yolculuğu yapmış oluyorum. Kadercilik, bir de sonucuna ilişkin bir teslimiyet duygusu. Bu böyle olacak üzerinden mutlak kaderciliğe itirazım var. Hayır, ben ileriye gideceğim değil, geriye doğru döngüsel bir dönüş yapmak. Yani o paradoksalmış gibi görünen çember asla yuvarlak değildir. Before The Rain filmindeki vurgu; gelecek, beni sürekli geçmişe doğru göndermeye çalışıyor.

                                     ''... Bak bulutlar geçiyor üstünden, kaldır başını,
                                                  Al mendilim sende kalsın sil yaşını.
                                                  Memleket, sevdana yürek gerek.''

Benim çok fazla merak ettiğim, farklı zamanlarda sizin için farklı manalara geldiğini dile getirdiğiniz, ''Zamanı kendi haline bırakırsanız insanı en can alıcı yerinden yakalar, orası da belleğidir,'' sözünüzün, bugün sizin için ne ifade ettiği.

Aslında bu söz, bana ait bir söz müdür, ondan pek emin değilim ve sanıyorum bana ait de bir söz değil. Ben bunu sıklıkla söyledim, çok önemsediğim bir cümle. Bir yazara ya da şaire ait. Ben onu bir makalede ya da öne çıkarılmış bir spot cümlede fark etmiş olmalıyım bir kültür dergisinde; fakat onun kim olduğunu hâlâ bulamadım; ama bir insan böyle bir cümle kurmuşsa ona aitliğinin hakkını vermek ve saygı duymak gerekir. Bunu maalesef yapamadığım için kendimi çok üzüntülü hissediyorum; fakat cümle çok büyük bir cümle, zaman ve bellek ilişkisi üzerine nefis bir şey ve bunun Türkiye'deki tezahürü çok önemli. Çünkü bizde Onarlı yıllarda değişen kültürel ve endüstriyel bir tüketim kimliği, bizim hayatlarımızla kurmuş olduğumuz ilişkiyi, problemli hale getiriyor. O yüzden, zamanı tutmak lazım. On yıl önce kim vardı, elli yıl önce kim müzik yaptı, yüz yıl önce kim bir şiir yazdı, kim hayata dahil oldu ve biz nerelerden geliyoruz, noktasını tutmamız lazım.
Bu, belleği taze tutmayla ilgili bir şey.Çünkü on yıl önce yapılan çok kötü uygulamalar, bugün bizim hayatımızın kaderi haline geliyor. Şimdi oralara vurgu yapmak lazım ve modern toplumlarda insanların zamanının çok pervasızca, bellekleriyle ve yaşadıkları hayatla ilişkilerini kurma noktasında bağlarının kopartılarak yürütülmesi, çok ideolojik bir yaklaşım benim açımdan çünkü ideolojilerin son bulduğu söylenen bir dönemi yıyoruz. Postmodernizm de bunu üzerine doğru gelen bir süreç aslında. Bu anlamıyla zamansızlık, mekânsızlık ve bir sürü -sızlığı aslında anlamlılık içinde tarif etmeye çalışan bir yaklaşım gibi geliyor ve beni asıl ilgilendiren, toplumsal ve politik karşıtlığının ne olduğu. 

Hiçbir şey rastlantı değil. Bu trafik sorunu, İstanbul'da rastlantı değil. Eğer on yıl önce zamanı kendi haline bırakmış, otuz yıl önce zamanı kendi haline bırakmışsanız, belleğiniz bunun ne demek olduğunu ifade edemez.O zaman da trafikteki araçlara, trafikteki şoförlere kızarsınız. Hâlbuki toplu taşıma denen sorunun çözülmesi politik olarak ve kent yaşamı için önemliyken, siz bunu Soğuk Savaş döneminin diliyle komünizm propagandası olarak algılarsanız ve yurt dışından gelen petrol satışıyla da beraber araçları çok fazla artırırsanız, satışını finansal anlamda desteklerseniz arabaların gideceği yer kalmaz.Bisiklet denen bir şeyi konuşamaz haldeyiz, çocuk oyuncağına dönmüş bir halde bisiklet. Hâlbuki bisiklet, bizim hayatımızda olması gereken; yürümek, bizim hayatımızda olması gereken; fakat siz buranın zamanını boşa bıraktığınızda, her semtte kurulmuş anlamsız spor merkezlerinde anlamsız makinelerin üzerinde yürüyen insan toplulukları görürsünüz.
Hâlbuki bizim yürümemiz lazım, kaldırım yok yollarda. Şimdi bu bağlantılar ve bu ilişkiler biraz zorlama gibi gelebilir ilk etapta; ama hayır, ben tam da bundan bahsetmeye çalışıyorum. Mesela on yedi yaşında öldürülen bir çocuğun varlığını siz eğer unutursanız, zamanı kendi haline bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü ölümlerden bir şey hissedemezsiniz ve en kutsal unsur, yaşama hakkıdır. Doğadaki bütün varlıklar için geçerli bu hak.


“…sen gidince asi çocuk, döktü yaprağını ceviz.”



Yeliz Şenyerli / Sinada Dergisi, Sayı 11
Mart, 2016
Marmara Üniversitesi - Güzel Sanatlar Fakültesi




ERDAL GÜNEY HAKKINDA


- Anamur doğumludur .
- Müziğe çok küçük yaşta başlamış ve Tahsin İncirci, Elmira Aşrafov, Jerair Arslanyan, Kemal Kaplan ve Ferhat Livaneli'den müzik dersleri almıştır.
- Metz - Fransa'da, bir kültür kuruluşunun davetlisi olarak bağlama dersleri vermiştir. Anamur- Ören Belediyesi'nde yaptığı koro çalışmalarının yanında bağlama dersleri de vermiş ve aynı zamanda burada yöneticilik yapmıştır.
- Berlin'de özel bir kuruluş olan Türk- Alman Akademisi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
- Taşeli Platosu üzerine alan çalışmasına dayalı müzik incelemesi yapmıştır.
- Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - Televizyon bölümünde yüksek lisansını tamamlamıştır.
- Şu an Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar bölümünde film müziği dersleri vermektedir.
Albümleri: Güney Türküleri, Yakımlar, Köprüler(Enstrümantal), Aşkiya, Bir Kıyıdan, Perihel(Enstrümantal)
Dizi Müzikleri: İlk Göz Ağrısı, Hatırla Sevgili, Elveda Rumeli, Dicle, Yemin, Bu Kalp Seni Unutur mu, Balkan Düğünü
Kısa Film Müzikleri: Aşk Olsun Sana Çocuk, Günah, Hayat
Sinema Müzikleri: Unutulmayanlar, Gitmek, Denizden Gelen, Divan Yolu, Benimle Oynar mısın, Kutsal Bir Gün
Belgesel Müzikleri: Cemil Meriç Belgeseli, Asi Ruh, Kalemi Kırmasaydık, Özgürlüğü Ararken Türkiye, Sesim Rüzgâra, Balkanların Kalbindeki Sahne, Gökyüzüne Sunulan Gerdanlık MAHYA

Türk Kültüründe Ad Koyma Geleneği / Bizim Anadolu gazetesi / Yeliz Şenyerli

          TÜRK KÜLTÜRÜNDE AD KOYMA GELENEĞİ      Ad, bir milletin kimliğidir. Bu nedenle Türk aile büyükleri çocuklarına, Türkçe ad koy...