ERDAL
GÜNEY
“SANAT; KENDİNİ AKADEMİK, KURAMSAL OLARAK ÜRETMEK ZORUNDA”
'' Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha şiirseldir ve daha çok kendimi orada ifade edebilirim. ''
Biliyorum ... Ne yazsam ne
söylesem içimde bir yerler yine de hep biraz eksik kalacak. Onun
Anamurlu olmasının getirdiği Akdeniz ruhunu halk müziği
eserlerinde ebedileştirmesinden tutun da dizi, film ve belgeseller
için bestelediği müziklere kadar.
Toplumla olan bütün bu duygu
alışverişlerinin yanında ona hiçbir zaman sırtını
dönmeyişini, toplumun temel sorunlarını kendine dert edişini
öğretici yönünden de çok açık gözlemleyebiliyordunuz aslına
bakılırsa. Yurt dışında verdiği müzik eğitimlerinin yanı
sıra Türkiye'deki film tasarımı bölümü öğretim görevlisi
kimliğiydi öğretici yönü tamlamamın altında yatan mana.
Benim de üniversitede öğrencisi
olabildiğim ve işine saygı duyup layıkıyla yapabildiğini
gördüğüm nadide insanlardan. Derslerinde anlattığı bilgileri
öğrenme çabanızdan çok çok öte bir duygu da kendinizi üyesi
olduğunuz o sınıfta gerçekten bir birey gibi hissedebilmeniz,
kendinize olan saygınızın yanında topluma faydalı gençler
olabileceğiniz duygusunu içinizde duyabilmeniz.
Sadece geçerken hızlıymış
zaman dediğiniz... Henüz küçük bir kız çocuğuyken
besteleriyle büyüyüp kocaman olduğunuz güzel bir yüreğin henüz
adını dahi bilmezken, yüzünü fotoğraf karesinde dahi
görmemişken melodileriyle gönlünüzde yer etmesi gibi; sonra bir
gün hayatınızın bir kesitinde ona, içinizdeki en masumane
öğrenmeye, yaşamı keşfetmeye meraklı haylaz bir çocuğun
sesinden öğretmenim diyebilmeniz gibi.
Yönetmenler,
kurgu denen bir sinemayı var eden unsuru oluşturduktan sonra
bitmeyen bir kurgu sürecine giriyorlar ve her defasında bu; filmin
metronomuyla, zamansallığıyla, hikaye anlatma biçimiyle, akışıyla
ilgili yeniden bir düzenleme demek oluyor. Zaman sıkışıklığının
bizdeki tezahürü bu oluyor.
“Birçok
yönetmenin
sinemasal
sorunu,
müzikle
olan
gerçeklikle
de açıklanabilir.
Müzik,
sinemasal
gerçekliği
kırar,
diye
düşünülebilir.”
Anamur'dan
dünyaya açılan bir yolculuğun içerisindesiniz. Müzikle çok
küçük yaşlarda tanışmışken, neden iktisat fakültesini tercih
ettiniz?
Müzik bende,
aile ve çevre gibi daha geleneksel bir yere oturuyordu. Müziğin
hayatımı idam ettirebileceğim bir alan olmasını öngörebilmem
mümkün değildi. Üniversiteye hazırlık sürecimde de iktisat,
hukuk ve siyasal benim ilgi alanlarımdı. Bizim dönemimizde,
üniversite tercihleri biraz muamma bir durumdu. Yani herhangi bir
hukuk, siyasal ya da iktisat fakültesi olabilecekken sıralamaya
hangisi geldiyse onu okumak zorunda kaldım; ama isteyerek okuduğum
bir alandı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi.
Güney
Türküleri, Yakımlar,
Aşkiya, Bir Kıyıdan
gibi solo albümlerinizin yanında
Köprüler ve Perihel gibi enstrümantal albümleriniz de
var. Böyle bir sürecin içerisindeyken,
dizi ve film müziği yapmaya
nasıl karar
verdiniz?
Türkiye'de
bir sürü şey, sizin planladığınız
zeminde yürümüyor. Ben daha çok yurt dışında
yaşarken albümlere yoğunlaştım.
Halk müziği ve bağlama
dersleri vermek üzere yurt dışında
bulunmuştum; Berlin'de, bir dönem de
Fransa'da. Türkiye'ye daha da yoğunlaşmaya
karar verdikten sonra çevresel etkenlerle, arkadaşların
önerileriyle beraber bazı dizi ve filmlerin müziklerini yapmaya
başladım.Doğal
olarak o yönden üretim biraz belirmeye başladı.
Benim için enstrümantal bir dille anlatımda bulunmak daha
şiirseldir ve daha çok kendimi orada
ifade edebilirim. Bu, işte böylesi bir davetle
başlayan bir serüven; sinema filmlerine,
belgesel müziklerine ve beraberinde de enstrümantal çalışmalara
biraz daha cesaretli yoğunlaşmamı
sağlayan etmenler.
Sizce bir müziğin
filmdeki yeri ne olmalıdır
ve müzik, bir filmde ne ölçüde kullanılmalıdır?
Duyulmayan
ses olması daha arzulanır müzik için ya da müziğin
daha az kullanılması; fakat filmin türü, neyi anlatmak istediği
ve yönetmenin kendini nasıl tarif edeceğiyle
beraber, müzik bir kullanım özelliğiyle
o filmin içinde yer alabilir. Çok genel doğrular
ve sınırlılıklar çizilmesi, kendine ait dinamiği
ve estetiği olan bir sanat dalının yani
müziğin, bir başka
sanat dalıyla kurmuş olduğu
ilişkide, çok daraltılması anlamına
gelir; fakat sorun şu ki, müziği
bir başka sanat dalıyla
ilişkilendirdiğinizde;
saf bir müzik olma özelliğinden
uzaklaşıyor. Yani görüntünün,
dramaturji’nin,
karakterin, olayın ve daha birçok sinemasal parametrenin kendini
tarif etmesi üzerine müziği kullanmak
mümkün. O yüzden, çok fazla net yanıt verilmesinden imtina etmek
gerekir; fakat bir sinema filminde yapılan hatalarda, çekim
sorunlarında; atmosfer etkilerinde, oyunculuğun
açığa çıkmasında sorun varsa eğer
genellikle oralarda müzikten yararlanmaya çalışan
yönetmenler var. Çok kötü örnekler üzerine doğru
bir estetik algı, akım ya da boyut oluşturmak
çok fazla mantıklı değil. Sinema,
sanatsal dinamizmi açısından biraz böyle bir sanat dalı. Yani
bundan elli yıl önce yapılan bir film ve anlatım dili, bugün
bambaşka bir yere tekabül ediyor ve
gelecekte yapılacak sinema filmlerinin anlatım dillerinde de yeni,
sürpriz, heyecan verici başka buluşlar
ve yaklaşımlar da mümkün olabilir;
fakat bir sinema filmi, bence müziğe
neden ihtiyaç duyduğuna ancak o filmin
kendi içinden yanıt üreterek müzikle faydalı bir ilişki
kurabilir. Birçok yönetmenin sinemasal sorunu, müzikle olan
gerçeklikle de açıklanabilir. Müzik, sinemasal gerçekliği
kırar, diye de düşünülebilir.
Daha popüler kaygılarla, eğlence
kaygılarıyla yapılan filmlerde; müziği
günlük hayattaki tüketim ve eğlence ihtiyacıyla
ilişkilendirdiğinizde,
müzikten bağımsız konuşmak
çok fazla mümkün değil. Çok yoğun kullanılıyor; fakat yönetmen sinemasında müzik; çok daha
doğrusal,
çok daha faydalı,
filmin atmosferini bozabilecek etkilerden uzak, fayda sağlayabilecek
bir yerde kullanıldığında
çok başarılı
sonuçlar
alınabiliyor.
Anamur,
Akdenizlik hali benim için
çok ayrı, masalsı bir şey.
Peki, siz kendi hayatınızda
nelerden beslenirsiniz?
Hayattan beslenmek deyimi, onu
nasıl yaşadığınızla ilgili. Yani nasıl yaşamaya çalışıyorum,
farkında olmaya çalışıyorum. Bu ülkedeki siyasi ve ekonomik
kararlarla, kültürel hayatla, insanların günlük hayattaki
tercihleriyle, popüler anlamda tükettikleriyle; fakat öbür
taraftan bu ülkenin çiçeğiyle, baharatıyla, mutfağıyla,
sporcusuyla, her şeyiyle ilişki kurmaya çalışıyorum. Felsefe,
sanat, politika, kültür, bunlar akademik anlamda da hayatı
çözümleme noktasında ilgilenmeye çalıştığım alanlar. Onun
dışında çevremle çok beslenen bir insanım; arkadaşlarımla,
dostlarımla ve Anamur Akdenizlik hali
benim için çok ayrı bir şey, böyle masalsı bir şey. Gerçekte
bu kadar karşılığı olan şeyler değil; ama ben orada o masalı
kurmaya devam edebiliyorum. Sanırım bunlarla ilgili ve emin ol,
bunların yanıt verebilecek kadar da farkında yaşamıyorum.
Sanıyorum farkına varma çabası ve farkında olmakla, farkında
olmadan yaşama arasında pararadoksmuş
gibi görünen bir bütünlük var. Onun ikisini beraber yaşamaya
çalışıyorum. Soru sorduğun için cevap verdim. Buna çok kendi
adıma cevap vermiş değilim aslında.
Dizi, film ve belgesel müziği
besteciliğinizin yanında
arkeolojik çalışmalarınız
da varmış.
Arkeoloji, tamamen bir şehir
efsanesi. Arkeolojiyle benim hiçbir ilgim yok. Bu
sosyal medya çıktıktan sonra, çok tehlikeli bir şekilde size
yapışan şeyler oluyor. Yıllar önce müzikolojiyle ilgili bir
alan çalışmasıydı. Benim yan alanım bu, akademik alanım değil;
ama memleketimdeki işte Anamur'daki Rumlar, çok farklı
kimliklerden Abdallar, Cingenler, beylikten gelenler, Yörükler, o
coğrafyada çok derli toplu yaşayan kimlikler mübadele döneminde
Yunanistan'a gittiler ve orada, bizim müzikal hayatımıza da nasıl
katkıları var, diye merak etmiştim. Tabii bu, başka bir şekilde
yansıdı, arkeoloji çalışmaları yapıyor
şeklinde ve her araştırmada bana arkeolojiyle aranız nasıl
deniyor. Arkeolojiyle hiçbir ilişkim yok tırnak içinde. (Gülüyor)
Before
The Rain filmindeki vurgu; gelecek, beni sürekli geçmişime doğru
göndermeye çalışıyor. Paradoksalmış gibi görünen çember
asla yuvarlak değildir
Zamanı
kendi haline bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü
ölümlerden bir şey hissedemezsiniz.
Yani bu noktada İbn'i
Haldun'un da dediği gibi, ''Coğrafya kaderdir,'' diyebilir miyiz?
Coğrafya, evet o, kaderdir. Ben
kaderci bir insan değilim; fakat orada anlatmaya çalıştığın,
mutlak kadercilikle ilgili bir şey değil muhakkak. O çok sıcak ve
doğru bulduğum bir şey. İnsanın gelişme aşamasından itibaren
sosyokültürel bütün unsurlar; bir çiçeğin ya da bir portakal
çiçeğinin kokusu beni her defasında çocukluğuma götürür.
Coğrafyamın yağmuru, buranın yağmuru gibi değildir; toprakla
bütünleştiği zaman ortaya yaydığı koku, beni çocukluğuma
götürür. O anlamıyla, ben o kokuyu var ederim. Doğal olarak bu
anlamda mutlaklaştırdığım, estetize ettiğim bana ait olan
sesler, tatlar, dokular, insanlar, dağlar, ağaçlar doğal olarak
benim vazgeçemeyeceğim bir şey olmaya başladığı için, dönüp
dolaşıp yine oraya gidiyorum ve bu haliyle, kendi kaderime dönük
bir yolculuğu yapmış oluyorum. Kadercilik, bir de sonucuna ilişkin
bir teslimiyet duygusu. Bu böyle olacak üzerinden mutlak
kaderciliğe itirazım var. Hayır, ben ileriye gideceğim değil,
geriye doğru döngüsel bir dönüş yapmak. Yani o paradoksalmış
gibi görünen çember asla yuvarlak değildir. Before
The Rain filmindeki vurgu; gelecek,
beni sürekli geçmişe doğru göndermeye çalışıyor.
''...
Bak bulutlar geçiyor üstünden, kaldır başını,
Al
mendilim sende kalsın sil yaşını.
Memleket,
sevdana yürek gerek.''
Benim çok
fazla merak ettiğim, farklı zamanlarda sizin için farklı manalara
geldiğini dile getirdiğiniz, ''Zamanı kendi haline bırakırsanız
insanı en can alıcı yerinden yakalar, orası da belleğidir,''
sözünüzün, bugün sizin için ne ifade ettiği.
Aslında bu söz,
bana ait bir söz müdür, ondan pek emin değilim
ve sanıyorum bana ait de bir söz değil.
Ben bunu sıklıkla söyledim, çok önemsediğim
bir cümle. Bir yazara ya da şaire ait.
Ben onu bir makalede ya da öne çıkarılmış
bir spot cümlede fark etmiş olmalıyım
bir kültür dergisinde; fakat onun kim olduğunu
hâlâ bulamadım; ama bir insan böyle bir cümle kurmuşsa
ona aitliğinin hakkını vermek ve saygı
duymak gerekir. Bunu maalesef yapamadığım
için kendimi çok üzüntülü hissediyorum; fakat cümle çok büyük
bir cümle, zaman ve bellek ilişkisi
üzerine nefis bir şey ve bunun
Türkiye'deki tezahürü çok önemli. Çünkü bizde Onarlı
yıllarda değişen
kültürel ve endüstriyel bir tüketim kimliği,
bizim hayatlarımızla kurmuş olduğumuz
ilişkiyi, problemli hale getiriyor. O
yüzden, zamanı tutmak lazım. On yıl önce kim vardı, elli yıl
önce kim müzik yaptı, yüz yıl önce kim bir şiir
yazdı, kim hayata dahil oldu ve biz nerelerden geliyoruz, noktasını
tutmamız lazım.
Bu, belleği
taze tutmayla ilgili bir şey.Çünkü on
yıl önce yapılan çok kötü uygulamalar, bugün bizim hayatımızın
kaderi haline geliyor. Şimdi oralara vurgu
yapmak lazım ve modern toplumlarda insanların zamanının çok
pervasızca, bellekleriyle ve yaşadıkları
hayatla ilişkilerini kurma noktasında
bağlarının kopartılarak yürütülmesi,
çok ideolojik bir yaklaşım benim açımdan
çünkü ideolojilerin son bulduğu
söylenen bir dönemi yaşıyoruz.
Postmodernizm de bunu üzerine doğru gelen
bir süreç aslında. Bu anlamıyla zamansızlık, mekânsızlık ve
bir sürü -sızlığı aslında anlamlılık içinde tarif etmeye
çalışan bir yaklaşım gibi geliyor ve beni asıl ilgilendiren,
toplumsal ve politik karşıtlığının ne olduğu.
Hiçbir şey
rastlantı değil. Bu trafik sorunu, İstanbul'da rastlantı değil.
Eğer on yıl önce zamanı kendi haline bırakmış, otuz yıl önce
zamanı kendi haline bırakmışsanız, belleğiniz bunun ne demek
olduğunu ifade edemez.O zaman da trafikteki araçlara, trafikteki
şoförlere kızarsınız. Hâlbuki toplu taşıma denen sorunun
çözülmesi politik olarak ve kent yaşamı için önemliyken, siz
bunu Soğuk Savaş döneminin diliyle komünizm propagandası olarak
algılarsanız ve yurt dışından gelen petrol satışıyla da
beraber araçları çok fazla artırırsanız,
satışını finansal anlamda desteklerseniz
arabaların gideceği yer kalmaz.Bisiklet denen bir şeyi konuşamaz
haldeyiz, çocuk oyuncağına dönmüş bir halde bisiklet. Hâlbuki
bisiklet, bizim hayatımızda olması gereken; yürümek, bizim
hayatımızda olması gereken; fakat siz buranın zamanını boşa
bıraktığınızda, her semtte kurulmuş anlamsız spor
merkezlerinde anlamsız
makinelerin üzerinde yürüyen insan toplulukları görürsünüz.
Hâlbuki
bizim yürümemiz lazım, kaldırım yok yollarda.
Şimdi bu bağlantılar ve bu ilişkiler biraz zorlama gibi gelebilir
ilk etapta; ama hayır, ben tam da bundan
bahsetmeye çalışıyorum. Mesela on yedi yaşında öldürülen bir
çocuğun varlığını siz eğer unutursanız, zamanı kendi haline
bırakıp belleğinizde tazeleyemezseniz, bugünkü ölümlerden bir
şey hissedemezsiniz ve en kutsal unsur, yaşama hakkıdır. Doğadaki
bütün varlıklar için geçerli bu hak.
“…
sen
gidince asi çocuk, döktü yaprağını ceviz.”
Yeliz
Şenyerli / Sinada Dergisi, Sayı 11
Mart,
2016
Marmara Üniversitesi - Güzel Sanatlar Fakültesi
ERDAL GÜNEY HAKKINDA
-
Anamur doğumludur .
-
Müziğe çok küçük yaşta başlamış ve Tahsin İncirci, Elmira
Aşrafov, Jerair Arslanyan, Kemal Kaplan ve Ferhat Livaneli'den müzik
dersleri almıştır.
-
Metz - Fransa'da, bir kültür kuruluşunun davetlisi olarak bağlama
dersleri vermiştir. Anamur- Ören Belediyesi'nde yaptığı koro
çalışmalarının yanında bağlama dersleri de vermiş ve aynı
zamanda burada yöneticilik yapmıştır.
-
Berlin'de özel bir kuruluş olan Türk- Alman Akademisi'nde
öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
-
Taşeli Platosu üzerine alan çalışmasına dayalı müzik
incelemesi yapmıştır.
-
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - Televizyon
bölümünde yüksek lisansını tamamlamıştır.
-
Şu an Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar bölümünde film müziği
dersleri vermektedir.
Albümleri: Güney
Türküleri, Yakımlar, Köprüler(Enstrümantal), Aşkiya, Bir
Kıyıdan, Perihel(Enstrümantal)
Dizi Müzikleri: İlk Göz
Ağrısı, Hatırla Sevgili, Elveda Rumeli, Dicle, Yemin, Bu Kalp
Seni Unutur mu, Balkan Düğünü
Kısa Film Müzikleri:
Aşk Olsun Sana Çocuk, Günah, Hayat
Sinema Müzikleri:
Unutulmayanlar, Gitmek, Denizden Gelen, Divan Yolu, Benimle Oynar
mısın, Kutsal Bir Gün
Belgesel Müzikleri:
Cemil Meriç Belgeseli, Asi Ruh, Kalemi Kırmasaydık, Özgürlüğü
Ararken Türkiye, Sesim Rüzgâra, Balkanların Kalbindeki Sahne,
Gökyüzüne Sunulan Gerdanlık MAHYA