8 Temmuz 2016 Cuma

Celil Oker : Türkiye, polisiye edebiyata uzak bir ülke değil. / Röportaj - Yeliz Şenyerli

                                                                       CELİL OKER
                               “ TÜRKİYE, POLİSİYE EDEBİYATA UZAK BİR ÜLKE DEĞİL “

      

                 “Hem yüzde yüz yerli hem de yüzde yüz polisiye bir roman yazmak istiyorum.”
          Celil Oker dendiğinde akla ilk gelen, polisiye roman yazarlığı yönüdür. Çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığı uğraşları bugünlere getirmiş meğerse onu. Kalemine bir de onun incecik mizah yönü eklenince, kitaplarını okurken kendini hafif bir tebessüm içerisinde bulur okuyucu.
          Kitaplarının ana kahramanı Remzi Ünal vardır ki hiç sormayın. Türk Hava Yolları’ndan kovulmuş kendine saygılı emekli bir pilottur kendisi. Para kazanmak adına yaptığı özel dedektiflik işinde ise, hiç öyle suçluları cezalandırmak, adaleti kurtarmak gibi dertleri yoktur. Hayata karşı sakin ve alaycı tavrı, aynı zamanda kendine özgü mesleki  teknikleri vardır onun. Okurken aynı zamanda hayal edebilirsiniz  onu.
          İstanbul’un bütün sokaklarını adım adım gezersiniz Oker’i okuduğunuzda. Romanlarının yanı sıra yazarın okuyucuya sunduğu hikaye kitapları da var.
          Yaratıcı yazarlıktan polisiye romancılığına kadar pek çok konuya değindik röportajımızda. Emekli pilotumuz Remzi Ünal da yokluğunu hiç hissettirmedi. Söyleşimiz boyunca hem konuştuk hem İstanbul sokaklarını dolaştık sanki.

                                                                                                                                                                                                                                                                              Yeliz ŞENYERLİ

İlkokuldan beri yazmayla ilgili bir iş yapacağımı düşünüyordum,
Hep yazdım, başka bir şey yapmadım

Roman yazıcılığınızın çok öncesinde çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığı ile ilgilenmiş olmanız, size roman yazıcılığı konusunda içsel bir derinlik sağladı mı?

- Elbette, ilk ikisi bana derin ve kalın bir geçmiş getiren eylemler değildi; fakat on beş – on altı sene reklam yazarlığı yaptım. Her üçünde de şu durumla karşı karşıyasınız; yazdığınız yazılar, siparişlerin sonucu. Gazetecilikte son tahlilde patronunuz kimse, sana : “ Git şunu hallet, şu haberi kovala, şunu araştır! “ der. Gider onu yaparsınız. Bu kimse size siparişi verirken aynı zamanda bir teslim tarihi de verir. Çünkü eğer zamanında getirmezseniz, hiçbir işe yaramaz. Sipariş ve teslim tarihine riayetin ne olduğunu; çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığında öğrendim.

Peki siz yazarlık bağlamında kendinizi ilk ne zaman keşfetmeye başladınız?

- O bir keşif mi bilmiyorum; ama ben ilkokuldan beri yazmayla ilgili bir iş yapacağımı düşünüyordum, biliyordum ve istiyordum; ama işin komik tarafı, yazmayla ilgili neler yapılacağını tam olarak bilmediğim için ve reklam yazarlığı diye bir meslekten haberdar bile olmadığım için, yazıyla ilgili bildiğim iş olan gazetecilik diye hazırladım kendimi. Onu yazarak yapıyorsunuz. Yaratıcı yazarlığa da babam: “ Ya Celil, iyi güzel de bu yaratıcılık futbolculuğa benzer. Çok sayıda insan vardır bu işi yapan; ama dikkat et, bir elin parmakları kadar insan sivrilir. ” dedi. Dolayısıyla onu bir meslek olarak görme şansını kendimde tanımıyordum; ama esas gazeteci olurum zannediyordum. Gazetecilik de yaptım çok kısa bir süre. Hakiki bir gazetecilik sayılmaz o ya da kendime gazeteci dersem, günümüzün gazetecilerine hakaret etmiş olurum. Dolayısıyla hep yazı yazdım, başka bir şey yapmadım.

Bülent Erkmen’in yaptığı işin bir parçası olmak, bence çok önemli ve keyifliydi

 Tasarımını Bülent Erkmen’in yaptığı; Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, siz ve Pınar Kür’ün art arda yazdığı Beşpeşe isimli roman kitabınızın hikayesi anlatır mısınız bize?

-Tabii ki anlatırım. Bülent Erkmen, Türkiye’nin en iyi grafik tasarımcılarından bir tanesi. Büyük saygım olan bir abimdi. Gerçi profesyonel hayatta kendisiyle birlikte çalışmadım; ama bir iki sunumunu gördüm ve kendisine hayranlığım o zamandan. Uzun bir süredir; iki yılda bir Nesne Kitap dediği bir şey yapar. Burada ortaya bir kitap çıkar; ama esas mesele, o kitabın bir grafik tasarım unsuru olarak tasarlanmasıdır. O seneki projesi de Beşpeşe idi.  Beş yazara dedi ki : “ Biz birlikte roman yazacağız, kurallar şudur: Birinci yazar arkadaş ki Murathan Mungan başlayacak. O bitirdikten sonra ikinci yazara sıra gelecek, Faruk Ulay’a.  O da birinci yazarın yazdıklarını okuduktan sonra kendisi nasıl devam etmek istiyorsa öyle devam edecek. Sonra üçüncü yazara geçecek. Ben dördüncüydüm. Benden sonra da Pınar Hanım, Pınar Kür vardı ve her birimizin iki aylık süresi vardı dosya elimize geldikten sonra. Sözcük sayısı da herkes için eşitti.  Ayrıca siz, öbür arkadaşınız yazdıktan sonra kendi yazdığınız yazıyı geri dönüp değiştiremiyordunuz ve sizden sonraki yazarın yazdıklarından haberdar olamıyordunuz. Bu projenin iki yönü vardı. Birincisi, o kitabın ilk baskısı. Kapağıyla, tasarımıyla, kağıdıyla ve basım teknolojisiyle. Çünkü kitap tipo basılmıştı. Elinize aldığınızda özel bir his veren bir kitaptı. Bir diğeri, içeriği de bir tasarım sonucuydu; yazarların peş peşe yazması. Ben de buna sevinerek, mutlulukla katıldım. Çünkü  Bülent Erkmen’in yaptığı işin bir parçası olmak, bence çok önemli ve keyifliydi.


Aynı kahraman çerçevesinde bir kitap dizim olduğunu okuyucuya sezdirebilmek için, kitaplarımın isimlerinde paralellik aradım

İlk polisiye romanlarınızın isimlerinde ceset kelimesi hakim. Bunun bir nedeni var mı?

- Biliyorsunuz, benim ilk kitabım Kaktüs Kahvesi, yarışma sonucu yayınlandı. Oğlak Yayınları, yayımlanmamış polisiye roman yarışması düzenledi. Bunun en keyifli armağanı da, birinci gelen kitabın basılıyor olmasıydı. Ben de yarışmaya katılımımı yaptım ve jüriye teşekkür ederim, beni seçti. Son gün kitabı yazma işini bitirdim; ama adı olması lazım. Ben de Çıplak Ceset olsun, dedim. Çünkü kitabın içinde, öldürülen erkek ceset çıplak bir haldeydi. Ardından edebiyat dünyasında kalıcı olacağımı göstermek için, büyük bir hızla ikinciyi yazdım. Oğlak Yayınları, teşekkür ederim onlara. Çok önemli bir şey benim için ve o kitabımı da bastı ve bunların birbirlerini takip eden değil; ama aynı kahraman çerçevesinde bir dizi olduğunu okuyucuya sezdirebilmek için, kitaplarımın isimlerinde böyle bir paralellik aradım. İkinci kitap futbol dünyasıyla yakından ilgili olduğu için adı, Kramponlu Ceset oldu. Üçüncü kitap borsa meselesiyle ilgili olduğundan  Bin Lotluk Ceset; efendim dördüncü kitap da tiyatrocu bir genç kızın ölümüne değindiğinden Rol Çalan Ceset adını aldı. Tam bu sıralarda kendi kendime: “ Tamam, anladık bunlar bir dizi; ama ben kendi kitaplarımdan söz ederken bu isimleri kullanmıyorum. Onun yerine; birinci kitap, ikinci kitap diyorum. Bu işte bir tuhaflık var. Belki de bu cesetli dizi işini değiştirmem lazım. “ O yüzden beşinci kitabımın adı Son Ceset. Dizi, tamamen bitiyor anlamında derken sonraki gelenler, normal kitap adları taşıyor. Bundan sonra da böyle devam edecek.

Remzi Ünal; adaleti kurtarma, suçluları cezalandırma gibi motivasyonları olan biri değil


Kitaplarınızın ana dinamiğini, Remzi Ünal ve onun maceraları oluşturuyor. Remzi Ünal kimdir peki?

- Remzi benim, devletin kabul ettiği hüviyetimdeki adım. Ünal ise, annemin evlenmeden önceki soyadı ve ben bu Remzi Ünal’ı, polisiye olmayan gençlik hikayelerimde birkaç kere kullanmıştım. O eski Remzi Ünal’ı, buranın kahraman dedektifi Remzi Ünal yaptım. Bu dedektif  Remzi Ünal, Türkiye’de resmen olmayan bir mesleğin yürütücüsü.  Edebiyat dediğimiz şeyin uydurmalığının en üst noktasında, olmayan bir mesleği yürüten bir adamdan söz ediyoruz (gülüyor).
Remzi Ünal, bir emekli pilot. Emekli Türk Hava Yolları pilotları; eskiden sivil havacılık eğitimi imkanı yokken, çoğunlukla Türk Hava Kuvvetleri’nin emekli savaş pilotlarından oluşurdu. Bizimki de öyle anlaşılan bir pilot biliyorsunuz. Çok ilginç bir tiptir. Bir uçağa bindiğinizde de eğilir, bakar nasıl birisiniz diye. Dolayısıyla pilotlar; hayat, savaş – ölüm yani risk meselesiyle yüz yüze olan insanlar. Sivil havacılık pilotları da böyledir. İki yüz – üç yüz kişinin hayatının sorumluluğunu taşırlar. Uçak kullanmak da bir tür mühendisliktir aslında, her şeyi hesap kitap işidir. Bunları yerine getirirler, dünyayı görmüşlerdir. Dolayısıyla, yerli özel dedektifin özgeçmiş hikayesi için, bana pilotluk uygun bir meslek gibi geldi. Dolayısıyla onu eski bir pilot yaptım. Kendi mesleğine ilişkin tutumuna gelince Remzi Ünal, hiç öyle adaleti kurtarma, suçluları cezalandırma gibi motivasyonları olan biri değil. Genellikle işini yapmaya dolayısıyla parasını kazanmaya bakıyor ve aslında kitapların başındaki bütün dedektif  işleri; küçük, uyduruk, cinayet olmayan, polisin dahil olmayacağı işler oluyor; ama ben, yazdığım şeylerde bir polisiye edebiyat meselesi içinde olduğum için, işler hiç yolunda gitmiyor. Mutlaka biri öldürülüyor ve bu iş, Remzi Ünal’ın başına kalıyor. O, birazcık kendi kuyruğunu kurtarmak için mecbur kalıyor bu işi kim yaptı onu çıkarmaya. Dolayısıyla sonuna kadar gidiyor.

Peki bir dedektif  böylesi zor bir durumdayken neden telefon kullanmaz?

- Efendim, bunun dramatik hikaye anlatma ilkeleriyle ilgili bir nedeni var. Onu, titizlikle yapmamı gerektirecek bir neden. Telefon, bir reporting aracıdır. Yani birine, şöyle oldu böyle oldu diye anlatırsınız. Bir dramatik hikayede bazı olayların report edilmesi, doğru bir şey değildir teknik açıdan. Okurlar, romanlarda da okurlar. Filmlerde seyirciler, olan biteni kendi gözleriyle görmek isterler, olmak isterler. Oysa telefonda hiç kimse, bir şeye şahit olamazO yüzden benim kitaplarımda Remzi Ünal, rapor almasın ve rapor vermesin diye yanında cep telefonu taşımıyor.  Yanında cep telefonu olsa, normal hayatın dinamikleri onu, cep telefonu kullanmaya itecek. Dolayısıyla yanında taşımıyor; ama bir iletişim meselesi de olduğu için ev telefonunu kullanıyor.
Bir de eskiden araç telefonu vardı; ama araç telefonuna servis sağlayan şirket bu servisi kesince konuşamıyorsunuz. Dolayısıyla Remzi Ünal, bir tane kötü cep telefonu aldı. Onu arabasında tutuyor ve ona, araç telefonu muamelesi yapıyor. Çünkü telefonu eski olduğu için sürekli arabanın şarjına bağlı olması lazım. Oradan çıkarsa bir işe yaramıyor. Öyle bir ara çözüm buldu. Bunun temel nedeni, dramatik hikaye anlatma tekniğinin bana öğrettiği bir şeydir. O yüzden cep telefonu kullanmaz. Adama sorarsanız, çünkü kitabın bir bölümünde soruldu ona; karakterin kendisinin mizah tarzı da şu; bizim meslekte insanın iki elinin de boş olması lazım. O da bir izah tarzı.


Remzi Ünal ve ben, karakter özellikleri açsından çok benzeşen insanlar değiliz

Yazarlar, kendilerini olduğu gibi anlatamadıklarından dolayı mı kitaplarında bir karakter üzerinden yola çıkmayı seçerler, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Remzi Ünal ve ben,  karakter özellikleri açısından çok benzeşen insanlar değiliz. Çünkü o adam, bir polisiye roman dizisinin ana kahramanı. Belli şekilde var olması ve belli şekilde davranması lazım. Ben ise son derece domestik bir öğretim görevlisi hayatı yaşıyorum. Ondan sonra okuldayım, sonra evime gidiyorum. Yani öyle ne polislerle ne cesetlerle ne delillerle alakam yok. Zaten benim temelde karşı çıktığım yazarlık anlayışının bir ucunda da bu var. Bazı insanlar zannederler ki, yazmanın yaşamakla doğrudan ve yakından bir ilişkisi vardır. Hayır, eğer öyle olsaydı ben bunları yazamazdım, uyduruyorum bunları. Eğer uydurmanın yolunu bilirseniz, yazdıklarınızı okuduğunda başkalarının size inanacağı şekilde uydurabilirsiniz.


2010 yılında ulusal bir gazeteye verdiğiniz röportajda: “ Yüzde yüz yerli polisiye roman yazmak istiyorum.” ibaresini kullanmışsınız. Yüzde yüz yerli roman yazmak ne demek?

- Efendim, benim kafamdakine göre şudur: Bir kere yüzde yüz yerli derken bir şeyi unutmamak lazım; bir kavramın her zaman iki ucu vardır. Onun bir ucuna fazla giderseniz tehlikeler başlar. Belki orada eksik söylemişimdir. Aslında hem yüzde yüz yerli hem de yüzde yüz evrensel bir polisiye yazmak istiyorum. Herhangi bir şeyin bu iki ucunu aynı anda birleştiremezseniz, can sıkıcı bir şey olabilir. Yüzde yüz yerliden şunu kast  ediyorum: Türkiye polisiye edebiyata, polisiye sinemaya uzak bir ülke değil; ama söz gelimi işin içine kamu adına katilleri kovalayan insanlar girdiği zaman, birdenbire nasıl oluyorsa gerçeklik hissi yerlerde sürünüyor bana göre. Esas olmayan bir adamı anlatma gerekçem bu; ama öbür taraftan da Batı’nın bir polisiye edebiyat tutumu, tarifi, gelişimi var. Hem bütün olaylar Türkiye’de olsun hem de bütün olan bitene insanlar, Türk tipi tepkiler versin, Türk Tipi davransınlar. Diğer yandan polisiyenin evrensel kurallarının hiçbirini göz ardı etmeyelim.  Temel derdim bu. Orada tek yanlı vurguladıysam eğer benim hatam.



Yaratıcılık, bazı tekniklerle sonradan geliştirilebilecek bir kavram

Okulumuzdaki atölye çalışmanızda; yaratıcılığın sadece doğuştan değil, sonradan öğrenilebildiğinden bahsetmiştiniz  Bu savınız için dayanaklarınız  neler?

-Buna şiddetle inanıyorum. Yaratıcılığın, futbolculuğun, gazeteciliğin doğuştan geldiğine inanış, romantisizm akımının bir ürünüdür. Bu yaklaşımla müthiş sanat eserleri çıkmıştır ortaya, katiyen itiraz etmiyorum; ama bunu evrensel bir gereklilik olarak sunmanın, özellikle genç yazarıcı niyetli insanlar için çok alçakça bir ideolojik saldırı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu akım şöyle der; sizde doğuştan bir yaratıcılık yoksa ne yaparsanız yapın, yaratıcı işler yapamazsınız. Bu çok alçakça bir şey.  Ben bunun tam aksine yaratıcılığın, fikir bulmanın, fikri bulduktan sonra geliştirmenin öğrenilebilecek yolları, teknikleri olduğunu düşünüyorum. Yaptığım bütün atölye çalışmalarında ve senin gibi genç insanları beni dinlemeye hazır bulduğum zaman, meselenin bu yönüne vurgu yapmaya çalışıyorum. Çünkü sizlerden herhangi birine; senin yaratıcı olup olmadığın sen daha doğmadan önce belirlenmişti demenin, dünya üzerindeki en büyük haksızlıklardan biri olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bunu, her gittiğim yerde şiddetle tekrarlıyorum.

Yaratıcı yazarlık yönünüze değinecek olursak, sizce kimlere yaratıcı yazar denir?

- Yaratıcı yazarlık; eseri yazan kimsenin yaratıcı yazarlık niteliğiyle ilgili değil, işin kendisiyle ilgili. Dolayısıyla gerçekte olmamış şeyleri olmuş gibi insanlara yutturan, uyduran insanların hepsi yaratıcı oluyor.


 İnsanlar, bilmedikleri bir sürü şeyi yazarak öğreniyorlar

Metin Yazarlığı dersinizde Kibrit Kutusu Kullanma Kılavuzu yazdırdığınızdan, yaratıcılığın sınırlarını zorlayan isim olarak anılıyorsunuz.

- Reklam yazarlığının daha birinci dersine öğrenciler, bazı ilizyonlarla geliyorlar. Dünyayı değiştirecek reklamlar yapacağız, sloganlar yazacağız diye. Tamam, bunları yapabilirsin; ama reklam yazarlığının tek işi bu değil. Öğrencilerime, bunu göstermek için yazdırdım. Özellikle ajanslarda çırak yazarlara en çok verilen işlerden biri, kullanma kılavuzu yazmak. Çünkü bir elektronik ürününüz olduğu zaman, bunu yazmanız lazım. Şu anda tüketici yasaları da bunu mecbur kılıyor. Yani herkesin bildiği çok basit ürünleri bile yanında kullanma kılavuzuyla vermek zorundasınız. Hayatımızdaki en basit ve bildiğimizi zannettiğimiz şeyler için kullanma kılavuzu yazın dediğim zaman genç arkadaşlar hayatlarında ilk defa, bu kibrit nasıl çakılıyordu diye düşünmeye başlıyorlar. Kibriti ellerine alıyorlar, bakıyorlar, yazıyorlar. Bilmedikleri bir sürü şeyi, yazarak öğreniyorlar.


Çocuklar oynuyordu. Bir - iki kadın pencereden laflıyordu. Üniversite öğrencileri yürüyordu. İnşaat malzemeleri satan adam dükkanın önünü süpürüyordu. Bir evden Tarkan’ın sesi geliyordu. Öyle olurdu. Ölenler ölür, gömülenler gömülürdü. Onlar ölürdü, biz yaşardık.
Celil OKER





                                       Yeliz Şenyerli - Sinada Dergisi / Sayı 12
                                                    Haziran - 2016
                                     Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü

Türk Kültüründe Ad Koyma Geleneği / Bizim Anadolu gazetesi / Yeliz Şenyerli

          TÜRK KÜLTÜRÜNDE AD KOYMA GELENEĞİ      Ad, bir milletin kimliğidir. Bu nedenle Türk aile büyükleri çocuklarına, Türkçe ad koy...