CELİL
OKER
“ TÜRKİYE, POLİSİYE EDEBİYATA
UZAK BİR ÜLKE DEĞİL “
“Hem yüzde yüz yerli hem de yüzde yüz polisiye
bir roman yazmak istiyorum.”
Celil Oker dendiğinde akla ilk gelen, polisiye roman yazarlığı yönüdür.
Çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığı uğraşları bugünlere getirmiş
meğerse onu. Kalemine bir de onun incecik mizah yönü eklenince, kitaplarını
okurken kendini hafif bir tebessüm içerisinde bulur okuyucu.
Kitaplarının ana kahramanı Remzi Ünal vardır ki hiç sormayın. Türk Hava
Yolları’ndan kovulmuş kendine saygılı emekli bir pilottur kendisi. Para
kazanmak adına yaptığı özel dedektiflik işinde ise, hiç öyle suçluları
cezalandırmak, adaleti kurtarmak gibi dertleri yoktur. Hayata karşı sakin ve
alaycı tavrı, aynı zamanda kendine özgü mesleki
teknikleri vardır onun. Okurken
aynı zamanda hayal edebilirsiniz onu.
İstanbul’un bütün sokaklarını adım adım gezersiniz Oker’i okuduğunuzda. Romanlarının
yanı sıra yazarın okuyucuya sunduğu hikaye kitapları da var.
Yaratıcı yazarlıktan polisiye
romancılığına kadar pek çok konuya değindik röportajımızda. Emekli pilotumuz
Remzi Ünal da yokluğunu hiç hissettirmedi. Söyleşimiz boyunca hem konuştuk hem
İstanbul sokaklarını dolaştık sanki.
İlkokuldan beri yazmayla ilgili bir iş yapacağımı düşünüyordum,
Hep yazdım, başka bir şey yapmadım
Roman yazıcılığınızın çok öncesinde
çevirmenlik, gazetecilik ve reklam yazarlığı ile ilgilenmiş olmanız, size roman
yazıcılığı konusunda içsel bir derinlik sağladı mı?
- Elbette,
ilk ikisi bana derin ve kalın bir geçmiş getiren eylemler değildi; fakat on beş
– on altı sene reklam yazarlığı yaptım. Her üçünde de şu durumla karşı
karşıyasınız; yazdığınız yazılar, siparişlerin sonucu. Gazetecilikte son
tahlilde patronunuz kimse, sana : “ Git şunu hallet, şu haberi kovala, şunu
araştır! “ der. Gider onu yaparsınız. Bu kimse size siparişi verirken aynı
zamanda bir teslim tarihi de verir. Çünkü eğer zamanında getirmezseniz, hiçbir
işe yaramaz. Sipariş ve
teslim tarihine riayetin ne olduğunu; çevirmenlik, gazetecilik ve reklam
yazarlığında öğrendim.
Peki siz yazarlık bağlamında kendinizi
ilk ne zaman keşfetmeye başladınız?
- O bir keşif mi bilmiyorum; ama ben ilkokuldan
beri yazmayla ilgili bir iş yapacağımı düşünüyordum, biliyordum ve istiyordum;
ama işin komik tarafı, yazmayla ilgili neler yapılacağını tam olarak bilmediğim
için ve reklam yazarlığı diye bir meslekten haberdar bile olmadığım için,
yazıyla ilgili bildiğim iş olan gazetecilik diye hazırladım kendimi. Onu
yazarak yapıyorsunuz. Yaratıcı yazarlığa da babam: “ Ya Celil, iyi güzel de bu
yaratıcılık futbolculuğa benzer. Çok sayıda insan vardır bu işi yapan; ama
dikkat et, bir elin parmakları kadar insan sivrilir. ” dedi. Dolayısıyla onu
bir meslek olarak görme şansını kendimde tanımıyordum; ama esas gazeteci olurum
zannediyordum. Gazetecilik de yaptım çok kısa bir süre. Hakiki bir gazetecilik
sayılmaz o ya da kendime gazeteci dersem, günümüzün gazetecilerine hakaret
etmiş olurum. Dolayısıyla hep yazı yazdım, başka bir şey yapmadım.
Bülent Erkmen’in yaptığı işin bir
parçası olmak, bence çok önemli ve keyifliydi
Tasarımını Bülent Erkmen’in yaptığı;
Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, siz ve Pınar Kür’ün art arda yazdığı
Beşpeşe isimli roman kitabınızın hikayesi anlatır mısınız bize?
-Tabii ki anlatırım. Bülent Erkmen, Türkiye’nin en iyi grafik tasarımcılarından bir tanesi. Büyük saygım olan bir abimdi. Gerçi profesyonel hayatta kendisiyle birlikte çalışmadım; ama bir iki sunumunu gördüm ve kendisine hayranlığım o zamandan. Uzun bir süredir; iki yılda bir Nesne Kitap dediği bir şey yapar. Burada ortaya bir kitap çıkar; ama esas mesele, o kitabın bir grafik tasarım unsuru olarak tasarlanmasıdır. O seneki projesi de Beşpeşe idi. Beş yazara dedi ki : “ Biz birlikte roman yazacağız, kurallar şudur: Birinci yazar arkadaş ki Murathan Mungan başlayacak. O bitirdikten sonra ikinci yazara sıra gelecek, Faruk Ulay’a. O da birinci yazarın yazdıklarını okuduktan sonra kendisi nasıl devam etmek istiyorsa öyle devam edecek. Sonra üçüncü yazara geçecek. Ben dördüncüydüm. Benden sonra da Pınar Hanım, Pınar Kür vardı ve her birimizin iki aylık süresi vardı dosya elimize geldikten sonra. Sözcük sayısı da herkes için eşitti. Ayrıca siz, öbür arkadaşınız yazdıktan sonra kendi yazdığınız yazıyı geri dönüp değiştiremiyordunuz ve sizden sonraki yazarın yazdıklarından haberdar olamıyordunuz. Bu projenin iki yönü vardı. Birincisi, o kitabın ilk baskısı. Kapağıyla, tasarımıyla, kağıdıyla ve basım teknolojisiyle. Çünkü kitap tipo basılmıştı. Elinize aldığınızda özel bir his veren bir kitaptı. Bir diğeri, içeriği de bir tasarım sonucuydu; yazarların peş peşe yazması. Ben de buna sevinerek, mutlulukla katıldım. Çünkü Bülent Erkmen’in yaptığı işin bir parçası olmak, bence çok önemli ve keyifliydi.
Aynı kahraman çerçevesinde bir kitap dizim olduğunu okuyucuya
sezdirebilmek için, kitaplarımın isimlerinde paralellik aradım
İlk polisiye romanlarınızın isimlerinde ceset
kelimesi hakim. Bunun bir nedeni var mı?
- Biliyorsunuz,
benim ilk kitabım Kaktüs Kahvesi, yarışma sonucu yayınlandı. Oğlak Yayınları,
yayımlanmamış polisiye roman yarışması düzenledi. Bunun en keyifli armağanı da,
birinci gelen kitabın basılıyor olmasıydı. Ben de yarışmaya katılımımı yaptım
ve jüriye teşekkür ederim, beni seçti. Son gün kitabı yazma işini bitirdim; ama
adı olması lazım. Ben de Çıplak Ceset olsun, dedim. Çünkü kitabın içinde,
öldürülen erkek ceset çıplak bir haldeydi. Ardından edebiyat dünyasında kalıcı
olacağımı göstermek için, büyük bir hızla ikinciyi yazdım. Oğlak Yayınları,
teşekkür ederim onlara. Çok önemli bir şey benim için ve o kitabımı da bastı ve
bunların birbirlerini takip eden değil; ama aynı kahraman çerçevesinde bir dizi
olduğunu okuyucuya sezdirebilmek için, kitaplarımın isimlerinde böyle bir
paralellik aradım. İkinci kitap futbol dünyasıyla yakından ilgili olduğu için
adı, Kramponlu Ceset oldu. Üçüncü kitap borsa meselesiyle ilgili
olduğundan Bin Lotluk Ceset; efendim
dördüncü kitap da tiyatrocu bir genç kızın ölümüne değindiğinden Rol Çalan
Ceset adını aldı. Tam bu sıralarda kendi kendime: “ Tamam, anladık bunlar bir
dizi; ama ben kendi kitaplarımdan söz ederken bu isimleri kullanmıyorum. Onun
yerine; birinci kitap, ikinci kitap diyorum. Bu işte bir tuhaflık var. Belki de
bu cesetli dizi işini değiştirmem lazım. “ O yüzden beşinci kitabımın adı Son
Ceset. Dizi, tamamen bitiyor anlamında derken sonraki gelenler, normal kitap
adları taşıyor. Bundan sonra da böyle devam edecek.
Kitaplarınızın ana dinamiğini, Remzi
Ünal ve onun maceraları oluşturuyor. Remzi Ünal kimdir peki?
- Remzi
benim, devletin kabul ettiği hüviyetimdeki adım. Ünal ise, annemin evlenmeden
önceki soyadı ve ben bu Remzi Ünal’ı, polisiye olmayan gençlik hikayelerimde
birkaç kere kullanmıştım. O eski Remzi Ünal’ı, buranın kahraman dedektifi Remzi
Ünal yaptım. Bu dedektif Remzi Ünal,
Türkiye’de resmen olmayan bir mesleğin yürütücüsü. Edebiyat dediğimiz şeyin uydurmalığının en
üst noktasında, olmayan bir mesleği yürüten bir adamdan söz ediyoruz (gülüyor).
Remzi
Ünal, bir emekli pilot. Emekli Türk Hava Yolları pilotları; eskiden sivil
havacılık eğitimi imkanı yokken, çoğunlukla Türk Hava Kuvvetleri’nin emekli
savaş pilotlarından oluşurdu. Bizimki de öyle anlaşılan bir pilot biliyorsunuz.
Çok ilginç bir tiptir. Bir uçağa bindiğinizde de eğilir, bakar nasıl birisiniz
diye. Dolayısıyla pilotlar; hayat, savaş – ölüm yani risk meselesiyle yüz yüze
olan insanlar. Sivil havacılık pilotları da böyledir. İki yüz – üç yüz kişinin
hayatının sorumluluğunu taşırlar. Uçak kullanmak da bir tür mühendisliktir
aslında, her şeyi hesap kitap işidir. Bunları yerine getirirler, dünyayı
görmüşlerdir. Dolayısıyla, yerli özel dedektifin özgeçmiş hikayesi için, bana
pilotluk uygun bir meslek gibi geldi. Dolayısıyla onu eski bir pilot yaptım.
Kendi mesleğine ilişkin tutumuna gelince Remzi Ünal, hiç öyle adaleti kurtarma,
suçluları cezalandırma gibi motivasyonları olan biri değil. Genellikle işini
yapmaya dolayısıyla parasını kazanmaya bakıyor ve aslında kitapların başındaki
bütün dedektif işleri; küçük, uyduruk,
cinayet olmayan, polisin dahil olmayacağı işler oluyor; ama ben, yazdığım
şeylerde bir polisiye edebiyat meselesi içinde olduğum için, işler hiç yolunda
gitmiyor. Mutlaka biri öldürülüyor ve bu iş, Remzi Ünal’ın başına kalıyor. O,
birazcık kendi kuyruğunu kurtarmak için mecbur kalıyor bu işi kim yaptı onu
çıkarmaya. Dolayısıyla sonuna kadar gidiyor.
Peki bir dedektif böylesi zor bir durumdayken neden telefon kullanmaz?
- Efendim, bunun dramatik hikaye anlatma ilkeleriyle ilgili bir nedeni var. Onu, titizlikle yapmamı gerektirecek bir neden. Telefon, bir reporting aracıdır. Yani birine, şöyle oldu böyle oldu diye anlatırsınız. Bir dramatik hikayede bazı olayların report edilmesi, doğru bir şey değildir teknik açıdan. Okurlar, romanlarda da okurlar. Filmlerde seyirciler, olan biteni kendi gözleriyle görmek isterler, olmak isterler. Oysa telefonda hiç kimse, bir şeye şahit olamaz. O yüzden benim kitaplarımda Remzi Ünal, rapor almasın ve rapor vermesin diye yanında cep telefonu taşımıyor. Yanında cep telefonu olsa, normal hayatın dinamikleri onu, cep telefonu kullanmaya itecek. Dolayısıyla yanında taşımıyor; ama bir iletişim meselesi de olduğu için ev telefonunu kullanıyor.
Bir de
eskiden araç telefonu vardı; ama araç telefonuna servis sağlayan şirket bu
servisi kesince konuşamıyorsunuz. Dolayısıyla Remzi Ünal, bir tane kötü cep
telefonu aldı. Onu arabasında tutuyor ve ona, araç telefonu muamelesi yapıyor.
Çünkü telefonu eski olduğu için sürekli arabanın şarjına bağlı olması lazım.
Oradan çıkarsa bir işe yaramıyor. Öyle bir ara çözüm buldu. Bunun temel nedeni,
dramatik hikaye anlatma tekniğinin bana öğrettiği bir şeydir. O yüzden cep
telefonu kullanmaz. Adama sorarsanız, çünkü kitabın bir bölümünde soruldu ona;
karakterin kendisinin mizah tarzı da şu; bizim meslekte insanın iki elinin de
boş olması lazım. O da bir izah tarzı.
Remzi Ünal ve ben, karakter özellikleri açsından çok benzeşen insanlar
değiliz
Yazarlar,
kendilerini olduğu gibi anlatamadıklarından dolayı mı kitaplarında bir karakter
üzerinden yola çıkmayı seçerler, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Remzi
Ünal ve ben, karakter özellikleri
açısından çok benzeşen insanlar değiliz. Çünkü o adam, bir polisiye roman
dizisinin ana kahramanı. Belli şekilde var olması ve belli şekilde davranması
lazım. Ben ise son derece domestik bir öğretim görevlisi hayatı yaşıyorum.
Ondan sonra okuldayım, sonra evime gidiyorum. Yani öyle ne polislerle ne
cesetlerle ne delillerle alakam yok. Zaten benim temelde karşı çıktığım
yazarlık anlayışının bir ucunda da bu var. Bazı insanlar zannederler ki,
yazmanın yaşamakla doğrudan ve yakından bir ilişkisi vardır. Hayır, eğer öyle
olsaydı ben bunları yazamazdım, uyduruyorum bunları. Eğer uydurmanın yolunu bilirseniz, yazdıklarınızı
okuduğunda başkalarının size inanacağı şekilde uydurabilirsiniz.
2010
yılında ulusal bir gazeteye verdiğiniz röportajda: “ Yüzde yüz yerli polisiye roman
yazmak istiyorum.” ibaresini kullanmışsınız. Yüzde yüz yerli roman yazmak ne
demek?
- Efendim, benim kafamdakine göre şudur: Bir kere yüzde yüz yerli derken bir şeyi unutmamak lazım; bir kavramın her zaman iki ucu vardır. Onun bir ucuna fazla giderseniz tehlikeler başlar. Belki orada eksik söylemişimdir. Aslında hem yüzde yüz yerli hem de yüzde yüz evrensel bir polisiye yazmak istiyorum. Herhangi bir şeyin bu iki ucunu aynı anda birleştiremezseniz, can sıkıcı bir şey olabilir. Yüzde yüz yerliden şunu kast ediyorum: Türkiye polisiye edebiyata, polisiye sinemaya uzak bir ülke değil; ama söz gelimi işin içine kamu adına katilleri kovalayan insanlar girdiği zaman, birdenbire nasıl oluyorsa gerçeklik hissi yerlerde sürünüyor bana göre. Esas olmayan bir adamı anlatma gerekçem bu; ama öbür taraftan da Batı’nın bir polisiye edebiyat tutumu, tarifi, gelişimi var. Hem bütün olaylar Türkiye’de olsun hem de bütün olan bitene insanlar, Türk tipi tepkiler versin, Türk Tipi davransınlar. Diğer yandan polisiyenin evrensel kurallarının hiçbirini göz ardı etmeyelim. Temel derdim bu. Orada tek yanlı vurguladıysam eğer benim hatam.
Yaratıcılık, bazı tekniklerle sonradan geliştirilebilecek
bir kavram
Okulumuzdaki
atölye çalışmanızda; yaratıcılığın sadece doğuştan değil, sonradan
öğrenilebildiğinden bahsetmiştiniz Bu
savınız için dayanaklarınız neler?
-Buna şiddetle inanıyorum. Yaratıcılığın,
futbolculuğun, gazeteciliğin doğuştan geldiğine inanış, romantisizm akımının
bir ürünüdür. Bu yaklaşımla müthiş sanat eserleri çıkmıştır ortaya, katiyen
itiraz etmiyorum; ama bunu evrensel bir gereklilik olarak sunmanın, özellikle
genç yazarıcı niyetli insanlar için çok alçakça bir ideolojik saldırı olduğunu
düşünüyorum. Çünkü bu akım şöyle der; sizde doğuştan bir yaratıcılık yoksa ne
yaparsanız yapın, yaratıcı işler yapamazsınız. Bu çok alçakça bir şey. Ben bunun tam aksine yaratıcılığın, fikir
bulmanın, fikri bulduktan sonra geliştirmenin öğrenilebilecek yolları,
teknikleri olduğunu düşünüyorum. Yaptığım bütün atölye çalışmalarında ve senin
gibi genç insanları beni dinlemeye hazır bulduğum zaman, meselenin bu yönüne
vurgu yapmaya çalışıyorum. Çünkü sizlerden herhangi birine; senin yaratıcı olup
olmadığın sen daha doğmadan önce belirlenmişti demenin, dünya üzerindeki en
büyük haksızlıklardan biri olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bunu, her gittiğim
yerde şiddetle tekrarlıyorum.
Yaratıcı
yazarlık yönünüze değinecek olursak, sizce kimlere yaratıcı yazar denir?
- Yaratıcı yazarlık; eseri yazan kimsenin
yaratıcı yazarlık niteliğiyle ilgili değil, işin kendisiyle ilgili. Dolayısıyla
gerçekte olmamış şeyleri olmuş gibi insanlara yutturan, uyduran insanların
hepsi yaratıcı oluyor.
İnsanlar, bilmedikleri bir sürü şeyi yazarak öğreniyorlar
Metin Yazarlığı dersinizde Kibrit Kutusu
Kullanma Kılavuzu yazdırdığınızdan, yaratıcılığın sınırlarını zorlayan isim
olarak anılıyorsunuz.
- Reklam yazarlığının daha birinci dersine
öğrenciler, bazı ilizyonlarla geliyorlar. Dünyayı değiştirecek reklamlar
yapacağız, sloganlar yazacağız diye. Tamam, bunları yapabilirsin; ama reklam
yazarlığının tek işi bu değil. Öğrencilerime, bunu göstermek için yazdırdım.
Özellikle ajanslarda çırak yazarlara en çok verilen işlerden biri, kullanma
kılavuzu yazmak. Çünkü bir elektronik ürününüz olduğu zaman, bunu yazmanız
lazım. Şu anda tüketici yasaları da bunu mecbur kılıyor. Yani herkesin bildiği çok
basit ürünleri bile yanında kullanma kılavuzuyla vermek zorundasınız. Hayatımızdaki
en basit ve bildiğimizi zannettiğimiz şeyler için kullanma kılavuzu yazın
dediğim zaman genç arkadaşlar hayatlarında ilk defa, bu kibrit nasıl
çakılıyordu diye düşünmeye başlıyorlar. Kibriti ellerine alıyorlar, bakıyorlar,
yazıyorlar. Bilmedikleri bir sürü şeyi, yazarak öğreniyorlar.
Çocuklar oynuyordu.
Bir - iki kadın pencereden laflıyordu. Üniversite öğrencileri yürüyordu. İnşaat
malzemeleri satan adam dükkanın önünü süpürüyordu. Bir evden Tarkan’ın sesi
geliyordu. Öyle olurdu. Ölenler ölür, gömülenler gömülürdü. Onlar ölürdü, biz
yaşardık.
Celil OKER
Yeliz Şenyerli - Sinada Dergisi / Sayı 12
Haziran - 2016
Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü